BU SAYFAYI HERKESLE PAYLAS

Bookmark and Share

BÜYÜKANIT PASA KONUSUNUN DEVAMI

OSMANLIDAN KISSADAN HiSSE

AL-İ İMRAN:

154- ...De ki: (Cihad'a ve bu teşkilata katılmayıp ta) "Evlerinizde olsaydınız üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bu sorumluluk ve sıkıntıları) Allah, gönüllerinizdekini deneme yapmak ve kalplerinizde olanı (dünyaya bağımlılık ve bayağılıkları) arındırmak için (emretti). Allah, sinelerin özünde gizlenenleri bilendir.
157- Yemin olsun ki (Bu hizmet ve cemaat içindeyken) eğer Allah yolunda öldürülür, ya da ölürseniz; Allah'tan (size ulaşacak) olan bir rahmet ve mağfiret, onların (sizden ayrılanların ve sizi alaya alanların) bütün topladıkları (dünyalıklar) dan çok daha hayırlıdır.


160- Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur (ve olabilir mi?) ve şayet O sizi 'yalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, bundan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse, mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler.
172- Kendilerine (davalarında dik durmalarından dolayı çeşitli sıkıntılar ve) yaralar dokunduktan sonra, (bile), Allah ve elçisinin çağrısına icabet edip (hizmete koşanlar), onlardan ihsan (ve ikramda bulunup davaları için harcayanlar) ve (her türlü kötülük ve kirlenmeden) sakınanlar için büyük bir ecir vardır.
173- Onlar, (seçkin ve samimi kullar) insanlar kendilerine: "Size karşı, (herkes kışkırtıldı, toplumda ve teşkilatta yalnız kaldınız) insanlar aleyhinize ittifak kurdular artık, onlardan korkun" dedikleri halde bile; imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyen (sadıklar) dır.
178- (Allah'ın rızasını ve Hak davayı bırakıp) O küfre ve nankörlüğe sapanlar, kendilerine tanıdığımız fırsat ve mühleti, sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, Biz onlara, ancak günahları ve sorumlulukları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için, aşağılatıcı (pişman ve perişan kılıcı) bir azap vardır.
179- Allah, murdar olanı, temiz ve mübarek olandan ayırt edinceye (sadıklarla, sahtekârları belirleyinceye) kadar, mü'minleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. (çeşitli deneme ve elemelerden mutlaka geçmeniz gerekir)
180- Allah'ın, büyük fazlından kendilerine verdiği şeylerde (dini ve ahireti için harcamak hususunda) cimrilik edenler, bunun kendileri için kazançlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şer ve zarardır. Kıyamet günü, cimrilik ettikleriyle sorgulanıp sarılacaklardır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan (ve içinizde sakladıklarınızdan) haberdardır.
188- (Meydana) Getirip (yaptıkları) ile ferahlanıp gururlanan ve (aslında) yapmadıkları şeyler (ve bir çok ibadet ve hizmetleri de yapıyor görünerek ve öyle zannedilerek) bu yüzden övünüp hava atmaktan hoşlananları (kârlı) sanma... Onları azaptan kurtulmuş olarak sayma!.. Onlar için acı bir azap vardır.
NİSA:
65- Hayır (onların zannettiği gibi) değil; Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde, seni hakem kılıp, sonra senin verdiğin hükme, (hem de) içlerinde hiçbir sıkıntı (ve gizli itiraz) duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.
81- (Sana karşı) "Tamam-kabul" (itaat edeceğiz) derler. Ama yanından çıktıkları zaman, onlardan bir grup, karanlıklarda (gizli odalarda ve kendi aralarında) senin söylediğinin tersini kurgular. (ve konuşurlar) Allah, karanlıklarda (gizli ortamlarda ve dünyevi kafalarda) neler kurduklarını yazıyor. Sen, onların (bu tutarsız tavırlarından) yüz çevir ve aldırma! Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.
84- Artık sen (tek başına da kalsan) Allah yolunda (çabala ve) çarpış, kendinden başkasıyla yükümlü tutulmayacaksın... Mü'minleri (cihad ve fedakârlığa) hazırlayıp-teşvik et. Umulur ki, Allah, inkarcıların (ve münafıkların) saldırılarını ve ağır baskılarını püskürtüp savacaktır. Allah, kahredici kudret ve hiddetiyle daha zorlu, acı ve alçaltıcı sonuçlara uğratmasıyla daha şiddetli olandır.
104- (İslam'ın ve insanlığın aleyhine çalışan, dininize ve davanıza hakaret yapan şeytani) Topluluğu aramakta (günümüzde: İnternet sitelerini ve gazetelerini araştırıp, gerekli cevapları yazma konusunda) gevşeklik göstermeyin. Siz elem (üzüntü, zorluk ve sorun) çekiyorsanız; şüphesiz onlar da, sizin gibi elem (sıkıntı, bunalım ve şaşkınlık) yaşıyorlar.
Halbuki siz, (çok farklı ve şanslı olarak) onların hiç umud etmediklerini Allah'tan umuyor (dünyada zafer ve ganimet, ahirette cennet bekliyor) sunuz... Allah, (her şeyi, niyetinizi, gayretinizi ve teslimiyetinizi hakkıyla) bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
115- Kim hidayet ve hakikat kendisine apaçık belli olduktan sonra, elçiye muarız ve muhalif olup karşı çıkarak (ayrılırsa) ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız (Hıyanet eden dönekleri batıldan ve bayağılıktan kurtarmayız) ve (ahirette) cehenneme sokarız. O ne kötü bir duraktır. (ve ne dayanılmaz ve aşağılayıcı bir azaptır.)
118- Allah, onu (Şeytanı) lanetlemiştir. O da (şöyle) dedi: "Yemin olsun ki, kullarından, 'miktarı tespit edilmiş bir grubu' (kendime uşak) edineceğim. (Haksızlığa ve ahlaksızlığa hizmetçi yapacağım)
119- Onları-Kim ve ne olursa olsun-şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşürüp aldatacağım ve mutlaka onlara davarların kulaklarını kesmelerini emredip fısıldayacağım ve Allah'ın yarattıklarını (Tabii ve Kuran'i yasaları) değiştirmelerini emredip (yaptıracağım)
Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı (Haksızlık ve ahlaksızlık odaklarını) dost ve rehber edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.
123- (Ey mü'minler) Ne sizin (boş) kuruntularınızla, ne de Kitap Ehlinin (boş) kuruntularıyla değil. (Allah adaletle muamele edecektir) Kim kötülük yaparsa, (kesinlikle) onunla ceza görecektir.
EN'AM:
112. Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bu cin ve insan şeytanlarının en belirgin özelliği) birbirlerini aldatmak için: yaldızlı sözler fısıldaşmaları (laf ustalığıyla) etkilemeye çalışmalarıdır.
113. (Deki) (Her konuda kendisine başvurmak ve kararına razı olmak üzere) Allah'tan başka hâkim mi arayayım? Hâlbuki O, Kitabi (Kuran'ı) açıklanmış olarak indirmiştir.
128. Onların hepsini toplayıp haşredeceği gün "Ey cin (şeytanları) taifesi, insanlardan (din adamı, ilim erbabı, ilahiyatçı ve hizmet sevdalısı sanılan) çoğunu ayartıp (kendinize yardımcı edindiniz) öylemi diye soracak. İnsanlardan şeytanları veli edinenler ise: Ya Rabbi kimimiz kimimizden yararlandık (şeytanlar ve Şeytanlaşmış insanlar, yanlış ve haksız olduğunu bile bile birbirimizden dünya hesabına istifade etmeye çalıştık) ve nihayet tayin ve tespit ettiğin süreye ulaştık" diye suçlarını itiraf edecektir.
ARAF
37. Öyle ise, uydurduğu bir yalanı (Bu Kuran'ın emridir) diye Allah'a iftira eden ve (İşine gelmeyen birçok konuda) Allah'ın (Siyonist Yahudileri ve emperyalist Hıristiyanları dost ve rehber edinmeyin, zalimlere destek vermeyin şeklinde) ayetlerini (kendilerine göre tevil ve tefsir ederek dolaylı biçimde) yalan ve geçersiz gösteren kimselerden daha zalim (ve hain) kim olabilir!?
44-45. "Allah'ın laneti bu zalimlerin üzerine olsun ki:
Onlar (Müslümanları ve taraftarlarını) Allah yolundan (Kur'an ahkamından hürriyet ve adalet için cihattan ve her türlü haksızlığa ve hayasızlığa karşı çıkmayı ve uzak durmayı gerektiren İslam ahlakından) çevirip döndürmeye yeltenenler; Onu (İslam'ı ve Kur'an'ı) eğip bükerek çarpıtmak (ve yozlaştırmak) isteyenler ve (din adına dünyaya tapınan ve) ahireti örtüp gizleyen (ve kendileri için cenneti garanti gösteren) münkirlerdir.
51. Onlar ki, dinlerini bir eğlence ve oyun (istismar ve suistimal konusu) edinmişlerdi (veya nefislerinin hoşuna giden şeytani yorumları ve durumları, vicdanlarını bastıracak, his ve heyecanlarını coşturacak oyalama ve oyunları, zikir ve ibadet diye, müzik eşliğinde raks ve dans yapmayı kendilerine din-yol edinmişlerdi.)
Onlar, bu (hesap) günleriyle karşılaşacaklarını (ve Allah'a kavuşacaklarını) unuttukları ve (apaçık) ayetlerimizi (yok sayıp yanlış yorumlayıp çarpıtarak) tanımadıkları gibi, bizde bugün onları (cehennem azabına ve yalnızlık girdabına atıp) unutacağız.
Nisa
88. Öyle ise (Hak davaya sızan gizli gavurlarla, Siyonistlere uşaklık yapan din alimi) münafıklar konusunda ne diye ikiye ayrılıyor (ve bir çoğunuz hala onları sahiplenip savunuyorsunuz?) Allah kazandıkları (günahlar ve sadık müminlere kazdıkları tuzakları) yüzünden onları tersine çevirdiği ve tepetaklak ettiği halde, siz Allah'ın saptırdığını hidayete erdirmek (ve bu marazlı münafıkları masum ve mazur göstermek mi) istiyorsunuz?!.
Not: Bay Soner Yalçın, yönelttiğimiz bir soruya hala yanıt vermedi. Tekrar soruyoruz:
Milli Görüşü kontrol ve manipüle etmek üzere görevlendirilen Selanik dönmeleri ve Pakraduni Ermenileri kimlerdi?
MTTB'li ve MHP'li İslamcı komandoların içinde yetişen, sonra Kapitalist sömürü sermayesine bir kılıf olarak geçirilen "faizsiz bankacılık" sisteminden, Korkut Özal'ların, Eymen Topbaş'ların, Kemal Unakıtan'ların, Nevzat Yalçıntaş'ların, Cüneyt Zapsu'ların, "Ülker" soyadını alan Kırımlı Berksan'ların, yani beyaz Müslümanların ilişkili bulunduğu Yahudi HSBC grubunun, "Amanah" kanadının ve Bank America International Insvestmenin asıl ortağı olduğu Albaraka Türk'ün Genel Müdür Yardımcılığına yükselen, derken AKP tarafından (aslında Amerika tarafından) Merkez Bankası Başkanlığına getirilme girişimi, Milli cephenin uyarısıyla Köşkten çevrilen ve nihayet IMF ve Kemal Derviş ekonomilerinin motor merkezlerinden TMSF'nin başına geçirilen şu Malatyalı Ahmet Ertürk te "Pakraduni" miydi? Yani Yahudilikten Ermeniliğe dönüş oradan da Müslümanlığa geçmişlerden birisi miydi?
Güzel Malatya'mızı Pakraduniler merkez mi edinmişti.?
Önce İsmet Paşa Hazretlerinin "Nahcivan Pakradunileriyle" bağlantısı gündeme getirilmişti.
Ardından ERTÜRK, ASİLTÜRK, KORKUT, TURGUT... gibi, asıl mahiyet ve marifetlerinin ve kirli niyetlerinin anlaşılmasından; korku psikolojisiyle ve abartılı olduğundan sırıtacak şekilde öz be öz Türk oldukları havasını vermek istiyorlar şüphesi doğuracak biçimde, isim ve soyadları seçen aileler ve kişiler nasıl olmuşta hep üst makamlara stratejik konumlara yükselmişlerdi?:
Bilindiği gibi Rusya'nın çeşitli yörelerinde yaşayan Yahudilerin pek çoğu 1910-15 yıllarında Ermani-Gregoryan Kilisesine başvurup, Hıristiyan olduklarını bildirmişler ve Ermeniliğe kabul edilmişlerdi. Rusya Merkezi Devlet Tarih Arşivinde konuyla ilgili belgelerde bu olayı doğru göstermekteydi.
Bu kabul işi, ise Nahcivan-Baserabya, Ermeni-Gregoryan dini konseyince gerçekleştirilmişti.
Böylece Yahudilere yönelik nefret ve hakaretten kurtulan ve Pakraduni Ermeniler olarak anılan ailelerin önemli bir kısmı, Kafkas göçleri sırasında Anadolu'ya ve bazısı da Malatya çevresine yerleşmişlerdi.
Bu Pakradunilerin (Yahudi asıllı Ermenilerin) tamamına yakını, daha sonra Müslümanlığa geçip ERTÜRK, ASİLTÜRK, KORKUT, TURGUT isimlerini almaları ve Cumhuriyet Türkiye'sinde hep zirveye tırmanmaları, acaba sadece şahsi meziyet ve marifetlerinin ve çok yüksek zekavet ve gayretlerinin bir neticesi miydi!?
Milli Selamet Partisi Nasıl Kuruldu?
Anayasa Mahkemesi, 20 Mayıs 1971'de, Millî Nizam Partisi'nin "laik devlet niteliğinin ve Atatürk devrimciliğinin korunması prensiplerine aykırı olduğu" gerekçesiyle kapatılmasına karar verdi. Bununla birlikte, MNP yöneticileri hakkında herhangi bir ceza davası açılmadı. Çünkü tutarlı ve yeterli hiçbir suç unsuruna rastlanamamıştı.
Yeniden bir parti kurulması için tabandan yoğun baskıların gelmesi üzerine bir istişare heyeti oluşturuldu. Bu heyette yer alanlardan bazıları, tabandan gelen istek doğrultusunda yeni partinin hemen kurulmasını savunurken, diğer bir kısmı ise 12 Mart Muhtırası'yla başlayan dönem sebebiyle bir müddet geciktirilmesini öneriyordu.
Her iki görüşün de haklı tarafları vardı. Çünkü; Birinci ekibe göre, Türkiye'de Liberal görüşü Adalet Partisi, Sol görüşü ise Cumhuriyet Halk Partisi temsil ediyordu. Bunun için Millî Görüş'ü temsil eden bir parti mutlaka kurulmalıydı. İkinci guruba göre ise, henüz buhran geçmemiş olduğundan, Meclis'in de 12 Mart'ın havasına kapıldığından bir nevi dokunulmazlığa kavuşmuş partilerin etkisiyle yeni kurulan parti hırpalanıp yıpranırdı.
Sonunda, İstişare Heyeti, yeni bir parti kurma meselesini müzakere etmek için öncü kişileri toplantıya çağırdı. Toplantı sonunda istişare heyeti, tabandan gelen isteklerin daha fazla beklemeden yerine getirilmesi gerektiğine kanaat getirerek bir kurucu heyetle yeni bir parti kurulmasını kararlaştırdı. Alınan bu karar üzerine Millî Görüş'ü temsil eden Millî Selamet Partisi 11 Ekim 1972 tarihinde resmen kuruldu. Partinin Genel Başkanlığı'na Süleyman Arif Emre getirildi.
Millî Selamet Partisi'nin Kurucular Kurulu, Süleyman Arif Emre, Abdülkerim Doğru, Rasim Hancıoğlu, Hüseyin Kamil Büyüközer, Abdullah Tomba, Sabri Özpala, M. Turhan Akyol, Halid Özgüner, M. Gündüz Sevilgen, Zühtü Öğün, Hüseyin Erdal, Hüseyin Koçak, Hasan Özkeçeci, Osman Nuri Önügören, Mazhar Gürgen Bayatlı, M. Emin Ayak, Mustafa Arafatoğlu, Mustafa Mamati, Abdurrahim Bezci, Sami Baysal'dan oluştu.
Şimdi Erbakan'ın en halis adamı ve sağ kolu sanılan iki şahıstan biri, henüz Hoca'yı hiç tanımıyordu ve partiyle hiçbir alakası bulunmuyordu. İstanbul Kartal'da yaşamasına ve dini hizmetlerle uğraşmasına rağmen, Erbakan Hoca'nın Gümüş Motor girişiminden, Odalar Birliği serüveninden, Konya Bağımsızlar Hareketinden, Milli Nizam denemesinden ve MSP'nin devreye girmesinden hiç haberi ve ilgisi olmuyordu. Merak bile etmiyordu. Ta ki, 73 seçimleri sırasında her ne hikmetse hemen aday yapılıyor ve ilk koalisyonda Bakanlık koltuğuna oturuyordu. Anlaşılan şahsın kafası karanlık olsa da, arkasının çok kuvvetli olduğu sırıtıyordu!?
MSP'nin kuruluş çalışmaları içinde yer alan Erbakan, bu partiye resmen 1973'ün mayıs ayında katıldı, 20 Ekim 1973'te partinin genel başkanı oldu.







D-8 Antiemperyalist bir girişim mi?
Erbakan Hoca'nın, son birkaç asırdır Emperyalizmin, yani ırkçı siyonizmin ve her yönden dünyaya hakim olan şeytani güçlerin, kontrolü dışında ve onlara rağmen başlatıp başardığı D-8 oluşumu'nun güya "antiemperyalist bir yapılanma olmadığını ima etmek için" bu soruyu soran kimse:

a) Ya çok cahildir... Dünyada olup bitenlerden habersiz ve ilgisiz birisidir.
b) Ya çok gafildir... Kimin ne yaptığını, neyi amaçladığını ve bunların karşısına kimlerin ve hangi maksatla çıktığını araştırmaktan ve anlamaktan acizdir.
c) Veya bu soruyu soran kimse, acınacak derecede akıl fakiridir. Çünkü sorulan sorular aynı zamanda "akıl ve anlayış seviyesinin göstergesidir"
d) Yahut, bir gerçeği bile bile gizlemek, hakikati ters yüz etmek ve başka türlü göstermek isteyen bir kötü niyetlidir ve haset (kıskançlık) ehlidir.
e) Yahut; "D-8'ler antiemperyalist bir oluşum mu?" sorusu, bu tarihi ve talihli girişimi küçümsemek, önemsiz göstermek, söz konusu etmeye değer bulmuyoruz havası vermek için sorulmuş olabilir ki, bu "ulaşamadığı üzüme "daha koruk" diyen tilki" çaresizliğidir. Ve bütün bunlar, ilim erbabına yakışmayan, sorumluluk duygusuyla bağdaşmayan, Vatan sevdasıyla ve dava adamlığıyla uyuşmayan, vicdani dürüstlük ve olgunluğa sığmayan talihsiz tepkilerdir

Beyler "Antitez" sadece bir reaksiyondur; bize aksiyon gerek... "sentez" ise kolaycılık ve kopyacılıktır; bize "tez" lazım. İşte Milli Görüş, Adil Düzen, teorik olarak birer orijinal tez'dir. Tamamen Milli, yerli, ilmi, insani, evet ve de İslami yeni bir medeniyet projesidir. Ve bunlar D-8'ler ile bizzat pratiğe dökülmüş gerçeklerdir.


Ancak Erbakan gibi dahi bir liderin, çok yüksek bir feraset ve örnek bir cesaretle başarabileceği, öyle hayali ve hamasi değil, fiili, resmi ve hakiki bir oluşum olan, bütün alt yapısı, teşkilat çatısı ve iş bölümü programları hazırlanan, üç yüz senedir, emperyalizme rağmen kurulan ilk, tek ve gerçek oluşum sayılan D-8'lerin, antiemperyalist olup olmadığını;


1- Gidip İsrail'den sorup anlayın.. Sabataist Çevik Bir'leri, bu girişimin mimarına karşı nasıl kullandıklarını öğrenmeye bakın... Bize inanmıyorsanız Yalçın Küçük'ün "Gizli Tarih"inin 281. sayfasını karıştırın.
2- D-8'lerin antiemperyalist olup olmadığını, siz ABD' ve Yahudi lobilerinden öğrenmeye çalışın... Çünkü "rakip düşmanların itirafı en sağlam kanıttır", unutmayın... Hiç değilse TESEV'in hazırlattığı Türkiye-İsrail ilişkileri kitabında Erbakan'la ilgili bölümleri araştırın.

3- D-8'lerin ve Erbakan Hareketi'nin antiemperyalist olup olmadığını, Haçlı emperyalizminin kalesi ve siyonizmin kuklası olan AB yetkililerinden sorup öğrenin ve aklınızı başınıza alın...
"D-8'ler hareketi antiemperyalist bir girişim midir?" sorusu:
"1974 Kıbrıs çıkarması, antiemperyalist bir girişimiydi?"
"Filistin intifadası, antiemperyalist bir hareket midir?"
"Mazlum Irak halkının, işgal ordularına karşı mücadelesi, antiemperyalist bir direniş midir?"



Sorularından çok daha şaşırtıcı ve yürek yaralayıcı gelmektedir.
Tekrar ve açıkça soruyoruz, uyarıyoruz ve herkesi sorumluluğa çağırıyoruz:
Öyle sadece ülkemizin ve insanlık aleminin mevcut sorunlarını ve sıkıntılarını ve malum ve mel'un güçlerin saldırılarını, papağan gibi tekrarlayıp durmak ve slogandan öteye geçmeyen boş teklif ve temennileri sıralamakla ne ilim erbabı ve ne de dava adamı olunmaz... Erbakan Hoca'nın ilimi ve insani program ve oluşumları dışında, kimin ne türlü projesi varsa, ortaya koysun ki, bunları karşılaştırma ve doğru karara varma imkanı bulalım...


Siyonist güçlerin ve içimizdeki sağcı-solcu hain işbirlikçilerin asıl korkuları, başından beri Erbakan'dır. Bu masonik ve münafık çevreler, Erbakan'ın kontrolü dışında, İslamcı hatta şeriatçı bir MSP'ye bile hazırdı ve razıydı..
O tarihlerde Hürriyet Gazetesi, şöyle bir manşet atıyordu:


"Ya Erbakan, Ya MSP"


Yani bu: Erbakan'ı dışlayın, MSP'yi kurtarın" mesajıydı!
Türkiye'nin tirajı büyük, o büyüklüğüyle orantılı olarak malum sermaye çevrelerinin sözcülüğünü ve dahi gözcülüğünü üzerine yüklenmiş olmakla tanınan gazetesi Hürriyet şöyle bir manşet çekmişti:


"Ya Erbakan, ya MSP.." İşte korkut Özal gibi marazlıları bu manşetler ayaklandırmıştı.
Bir manşet haberdi bu, ama öyle bir manşet haberiydi ki, adeta manda pisliği iriliğinde harfler kullanılarak verilmişti. Sadece sermaye çevrelerinin değil, batı dünyasının da muteber gazetesi, manşetinin altında "Cumhuriyet Başsavcılığı'nın MSP lideri Erbakan'ın yaptığı bazı konuşmalar hakkında soruşturma açtığını, dosyayı Yargıtay Ceza Dairesi'ne gönderdiğini, eğer Yargıtay dosyayı yerinde görür ve MSP ile Erbakan'ın savunmasını da reddederse, Parti'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne gidileceğini" yazıyordu.


"Saptanılan" neymiş?


Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddiasına ve gazetenin naklettiğine göre, MSP ya Erbakan'ı partiden ihraç edecek veya kapatılmayı göze alacaktı. Başsavcı Akdoğan ve iddianın muhteviyatını aynı gazeteye verdiği bir demeçte şöyle özetliyordu:
'MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan hakkında 11 Aralık seçimlerinden önce Urfa'da ve TRT'de yaptığı konuşmalar açısından harekete geçilmiştır. Bu konuşmada Erbakan, bizim saptadığımıza göre laikliğe ve Siyasal Partiler Kanunu'na aykırı hareketlerde bulunmuştur.

Erbakan cevap veriyordu:

Buna mukabil haberlerin ertesi günü, MSP lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan TBMM'de bir basın toplantısı yaparak: "Allah demeyi suç saymak ve inançlı insanlarımıza sataşmak artık asla mümkün değildir." diyordu. Erbakan, basın toplantısında özetle şunları söylüyordu:
"Bu olay Türkiye'de temel insan hakları ve özgürlükleri ve demokratik rejimin mevcudiyeti hususunda dünya kamuoyunu derin şüphe ve tereddüde sevk edecek mahiyettedir.

Bu münasebetle, bütün vatan sathındaki teşkilat mensuplarımızın ve Milli Görüşe bağlı gönüldaşlarımızın hadiseyi sükunetle takip etmelerini ve tahriklere kapılmamalarını önemle rica ederim

Laiklik nedir?

MSP lideri daha sonra basın mensuplarının suallerini cevaplandırırken, kanunlarda icap eden değişikliklerin yapılarak, laikliğin yanlış yorumlardan kurtarılması gerektiğini, temel hak ve hürriyetleri teminat alan kesin sınırların çizilmesinin icap ettiğini belirtiyor ve "Atatürk ilkelerini dinsizlik manasında kullanmak kimsenin hakkı değildir. Laikliği dinsizlik manasında kullanmak kimsenin hakkı değildir." uyarısını yapıyordu.

Erbakan konuşmasını şöyle bitiriyordu:

Laiklik; bir insanın kendi inancının gereğini rahatlıkla yapabilmesidir. İnanç ve vicdan hürriyetinin teminatıdır. Laikliğin matematik tarifi budur. İnancınızı açıklayabilirsiniz, yalnız bu inancınızı başkasına zorla kabul ettiremezsiniz, bu sebepten dolayıdır ki bir insan Allah dediği zaman, niye Allah dedin diye sorulamaz, bu konuda baskı yapmak, asıl laikliğe aykırıdır. Herkes inancını rahatlıkla söyleyebilecektir.


'Biz, inandığımız yolda yıldırım olmasını da biliriz. Bu aziz vatanda 50 milyon şehit verdik, bu vatan üzerinde yaşayan insanlar rahat Allah desinler diye! Bunu teminat altına almak ölünceye kadar vazifemizdir, hiç kimse önümüze çıkamaz."
Emperyalistlerin karakolu mason localarının AP için hazırlattığı rapora göre:
"MSP parçalanır, MHP'nin desteği alınırsa, AP 236 milletvekili çıkartır" denilerek, tek korkularının Erbakan olduğu vurgulanıyordu.


AP Genel Başkan Yardımcılığınca hazırlatılan, "1977 milletvekili genel seçimi sonuçları değerlendirilmesi" başlıklı raporda, "AP'nin, MHP'nin desteğini sağlaması halinde milletvekili sayısını209'a, MSP'nin tamamen parçalanması ve MHP'nin bazı illerde desteğinin sağlanması halinde 236'ya çıkartacağı" görüşü savunulmaktaydı. Yani hedef Erbakan'dı.


AP Sakarya milletvekili Nuri Bayar'ın başkanlığında bulunduğu propaganda ve haber alma işleriyle görevli Genel Başkan Yardımcılığınca Mehmet Sokulu adında bir uzmana hazırlatılmıştı. "Hemen hemen bütün illerde MSP'nin parçalanmasının önerildiği, raporda bazı iller için yapılan değerlendirmelerin ve getirilen önerilerin özetleri yer almaktaydı.

Ama zamanla:


Şeytanı bile utandıran yalanlar ve gerçeği çarpıtan kitaplar yazılacaktı: İşte bir örnek:
"Necmettin Erbakan'ın Milli Nizam Partisi komünizme de siyonizme de karşıyız diye ortaya çıkmış ve komünizmin odağı olarak Sovyetler'i, siyonizmin odağı olarak Avrupa Topluluğu'nu göstermiştir. Sovyetler'i komünist olarak damgalamak doğaldır, çünkü onlar kendilerini komünist olarak nitelendirmektedirler zaten. Ancak Avrupa Topluluğu'na özellikle de 1969-1970'lerde siyonist demek gerçekten büyük bir oyundur. Çünkü 1967'de patlak veren Arap-İsrail Savaşı Avrupa ülkeleri İsrail'e karşıt Araplardan yana bir tutum takınmışlardır.



Ayrıca, çok değil MNP'yi kurmadan 1 yıl kadar önce Erbakan Odalar Birliği Başkanıydı ve hazırlayıp bastırdığı raporda, Avrupa Topluluğu'nu överek, ateşli bir söylemle Türkiye'nin Avrupa Topluluğu'na girmesini savunuyordu." Evet böylesi asılsız isnat ve iftiralarla; "çamur atılsın, tutmazsa izi kalsın" metodu uygulanıyordu.
ESAM'ın tarihi toplantısında çağın fatihi, dönüşüm projelerini açıklamıştı.




27 Mayıs 2006da İstanbul Ali Sami Yen stadında muhteşem bir katılım ve coşkuyla kutlanan İstanbul'un Fetih yıldönümü şöleninden bir gün sonra: Grand Cevahir Kongre Sarayında ESAM tarafından düzenlenen ve İslam dünyasından yüzlerce devlet adamı ve ilim erbabının katılımı ile gerçekleşen "Müslüman Toplulukları ve sorumlulukları" konulu ilmi konferansta Çağımızın Fatihi;

İslam dünyasının ve insanlığın temel problemlerini ve sebeplerini
Kurtuluş çarelerini ve çözüm projelerini
Bunlarla ilgili yeni fikir önerilerini, fiili tatbikat örneklerini ve başarılı pratiklerini, çok akıcı bir dille ve çarpıcı misallerle anlatmıştı.

Ve bunlar Milli Çözüm Dergimizde yazılmıştı:

Pilotsuz uçaklar:


Baykar makine sanayi ve teknoloji araştırma şirketinin ürettiği pilotsuz uçaklar uzaktan kumanda ile uçurulmuş ve istenilen hedefe ulaştırılmıştır.
Simülatör sistemiyle, bu uçakların kendisine zarar vermeden çok çeşitli denemeler rahatlıkla yapılmıştır.



Bütün bunlarda seri imalat safhasına gelinmiş durumdadır.
Her türlü ve silah ve teknolojik araç ve gereçler üretilip savunma ihtiyaçlarımız için hazırlanmıştır.

Bütün bu özgün başarı ve birikimler, şanlı ordumuzun hizmetine sunulmuş bulunmaktadır.

a- Pilotsuz uçakların ve her türlü bilgisayarlı araç gereçlerin
b- Duvardan, kapıdan, mayınlı ortamdan, tel örgütü ve elektrikli manlalardan aşan ve hedefine ulaşıp görevini yapan yürüyen teknolojik böceklerin
c- Ulusal ve uluslar arası her türlü stratejik konuşma ve yazışmaları dinleyecek ve değerlendirecek, ama kendisi asla çözülmeyecek son sistem iletişim aletlerinin
d- Bilgisayar sistemlerini, teknolojik projeleri, hıyanet ve saldırı girişimlerini, çok özel ve gizli casusluk şebekelerini takip ve tahrip edici, sentetik ilaç kapsülleri benzeri, uzaktan kumandalı ve fark edilmesi imkansız; bir nevi "suni cin" modellerinin
e- Tasarım ve proje başlangıçlarını
f- Model ve deneme safhalarını
g- Seri üretim ve geliştirme aşamalarını



Gerçek ve örnek video çekimleriyle gösteren tanıtım filmi, hayret ve hayranlık uyandırmış ve:


Ahir zamanda ve Hz.. Mehdi'nin Deccal'a karşı kutlu savaşında "barut ateş almayacak, silahlar patlamayacak" mealinde müjdelenen haberlerin nasıl hakikat olacağı böylece ispatlanmıştır.


Bu kutlu gerçeklerin ve mutlu gelişmelerin, İsrail farkındaydı ve telaşındaydı. Hizbullah'ın kullandığı pilotsuz uçakların nerden geldiğini ve asıl sahibini tanımaktaydı..
Ama maalesef bizim yazarlarımız bile bunlara inanmakta zorlanmakta ve şunları yazmaktaydı:


Bu teknolojiye sahipseler!


Hizbullah direnişi karşısında hem şaşırıp hem de apışıp kalan sadece İsrail değil!
İsrail'e destek veren tüm ülkeler allak bullak oldu! Bir türlü frenleyemedikleri İsrail yönetimi yüzünden dünya kamuoyunun giderek Müslümanlara hak verir hale gelmesinin önüne geçebilmek için hemen bir kuyruklu yalan daha uydurdular!
İsrail vahşetini ancak böylesine kuyruklu bir yalan ile ört bas edebileceklerini düşünen İsrail dostları Müslümanların İngiliz uçaklarını havada infilak ettirerek binlerce kişinin ölümüne sebep olacak hazırlıklar içinde olduğu haberini yaydılar.
Bu kuyruklu yalan yüzünden elbette Müslümanlar sıkıntı çekecek.
Şimdiden dünyanın dört bir yanında yine Müslümanlar aleyhine kararlar alınmaya başladı bile!
Ama bu yalanların en büyük sıkıntısını yine yalanı çıkaran kesimler çekecek.
Çünkü yukarı mahallede bir yalan söylüyor aşağıda mahallede kendileri de buna inanıyorlar.


Son yalanlarını gerçek olarak kabul edecek olursak yalanı çıkaranlar mücadeleyi zaten baştan kaybetmişler demektir.
Zira ürettikleri yalanda müthiş bir teknolojiden söz ediliyor. Bu müthiş teknoloji onların düşman kabul ettikleri Müslümanların elinde ise onlar için zaten iş bitmiş demektir.


Keşke Müslümanlar böyle bir teknolojiye gerçekten sahip olsalar!
Müslümanların böyle bir teknolojiye sahip olmaları demek Amerika'nın ve İsrail'in hegemonyasının fiilen sona ermiş olması demektir.
Adamlar öylesine kuyruklu yalanlar söylüyorlar ki, bilim kurgu romanlarında anlatılanlara fark atar!
Bilgisayarlar içine gizlenen sistemlerle sıvı patlayıcıları patlattırıp uçakları havada imha ettiriyorlar ve binlerce kişiyi ölüme sürüklüyorlar!(mış?..)
Evet, keşke Müslümanlar bu teknolojiye sahip olsalar!
İşte o zaman dünya gerçek barış ve huzur ile tanışacak demektir.
İşte o zaman fitne ve fesadın sonu gelmiş demektir.
Bu nedenle diyoruz ki İsrail dostlarının uydurduğu kuyruklu yalanlar doğru ise yani gerçekleri dile getiriyorsa; o zaman, bu arkadaşların devri bitmiş demektir.
Tükenmiş gitmişler demektir.


"Kutsal olan, halka hizmet"tir diyen Erbakan, dar kafalara sığmıyordu!
Araştırmacı gazeteciliğin duayeni Uğur Dündar Kasım 2002 seçimlerinden bir süre Sonra Profesör Doktor Necmettin Erbakan'ı 'İşte Hayatımız' programına konuk etmişti. Bu programdan bir bölümü şöyleydi:


Uğur Dündar: Sayın Erbakan, ben programı hazırlarken dikkat ettim, girdiğiniz okulları hep birincilikle bitirmişsiniz. Hatta Teknik Üniversiteye sınavla ikinci sınıftan başlayan tek kişisiniz. Beden eğitimi sınavını yazılı yaptırabilecek kadar zeka pırıltılarıyla dolu, deha düzeyinde bir beynin sahibisiniz.

Bunu daha sonra Almanya'da günün teknolojisine hakim olan ülkede, Aachen gibi çok önemli bir teknik üniversitede, Leopar tanklarında kullanılan motorların hem dizelle, hem de benzinle çalışabilecek hale dönüştürülmesine ilişkin bir projeye imza atmış birisiniz. Bütün bu başarılardan sonra Türkiye'ye geliyorsunuz 'Gümüş Motor' şimdiki adıyla Pancar Motor fabrikasını hayata geçiriyorsunuz. Türkiye'de bütün parçaları ülkemizde üretilen ilk motor fabrikası ki, halen o motorlar aynı patentle imal ediliyor.



Şimdi insan bu geçmişe bakınca, acaba diyorum Sayın Erbakan bilim" adamı olarak kalmış olsaydı, ülkesine ve insanlığa siyasetçi Erbakan'dan daha mı fazla hizmeti dokunurdu?

Erbakan: Cenabı Hakka şükretmişimdir ki, Onun lütfuyla memleketime hizmet için çok daha hayırlı bir yolu seçmiş olarak çalışmaktayım. Çünkü bir üniversitede profesör olabilirsiniz, Nobel ödülleri alabilirsiniz; ama ülkenizin insanı bugün olduğu gibi açlık ve sefalet içindeyse, müşkülat içerisinde, sıkıntı çekmekteyse, sizin bu Nobel ödülleriniz ne işe yarar? Bu sebepten dolayıdır ki, asıl lazım olan ülkesinde yaşayan milyonlarca insana fayda sağlamaktır.

Allah'a şükürler olsun, biz bu yolu seçtik, Milli Görüş çığırını açtık ve ne zaman Milli Görüş işbaşına geldiyse, Türkiyemizin hep yüzü güldü. Ama ne zaman bu ikinci plana atılıp, bizim taklitçi zihniyetler dediğimiz hükümetler geldiyse, maalesef bugünkü sıkıntılara benzer güçlüklerle karşılaştı. Dolayısıyla, çok hayırlı bir yol seçmişiz ve pek yararlı hizmetler yapmışız.



Bizim partimizin kapatılması meselesinin, ayrı bir programda ele alınmasında çok yarar görürüm. Bu partiler başarılarından dolayı kapatılmıştır. İlk Milli Nizam Partimiz kısa zamanda Türkiye'nin en büyük partisi olma istidadını gösterince rakipler tarafından ve dış güçlerin kışkırtmasıyla çeşitli entrikalar ve mekanizmalar kullanılarak saf dışı bırakılmıştır. Ancak bütün bunlara rağmen arkasından yeni bir parti kurulmuş. O partiyle Türkiye'ye büyük hizmetler yapılmıştı. Milli Nizam Partisi'nden sonra kurmuş olduğumuz Milli Selamet Partisi, Türkiye'de Büyük Ağır Sanayi hamlesini başlattı.


Türkiye'de Kıbrıs Barış Harekatının yapılmasında en büyük rolü oynadı. Aynı zamanda Türkiye'nin İslam Konferansı'na üye olmasını sağladı. Ve Türkiye'de bu gün hasretini çektiğimiz reel ekonomiye dönüşün en büyük adımlarını attı. Biz 1974-78 yıllarındaki hükümetteyken, Tarım Bakanlığı bizdeydi. Türkiye'de buğday üretimini 10 milyon tondan elimize almışken bunu 20 milyon tona çıkardık. Et üretimini 125 bin tondan aldık, 625 bin tona çıkardık. Üretim ki, asıl bu ülkenin zenginlik kaynağıdır, bu hususlarda hiçbir dönemle mukayese edilmeyecek başarılı hizmetler yapılmıştır. Ancak bu hizmetler artıp da bizim demokratik yoldan engellenemeyeceğimiz görüldükçe, çeşitli ve hileli yollara baş vurulmuştur.


Bütün bunlar bizim başarılarımızın birer delilidir. Dış mihrakların ve hıyanet odaklarının hep bizimle uğraşması; haklılığımızın ve hayırlı işler yaptığımızın ispatıdır.

Ve Kocaeli iş adamları toplantısında (Ağustos 2006) Erbakan şunları anlatıyordu:
Çocuklarımızı eğitelim, işlerimizi düzeltelim" demekle; sizler ağacın yaprağını silip temizliyorsunuz (dükkanınıza, tezgahınıza bakarak temizliğini bakımını yaparak vs.) Oysa ağacın kökü çürüyor ve ülkemiz elden gidiyor.


Konuşmak su üzerine yazı yazmaya benzer. Artık bunları icraata koymak gerekiyor.
Onurlu olmak, başkasına muhtaç olmamaktan geçiyor!
Cenab-ı Hakkın verdiği nimetleri insanların hayrına kullanmak ve refaha ulaşmak üzere çalışmak, cihat sevabı kazandırıyor.


Cenab-ı Hakkın bu dünya hayatını Hak-Batıl'ın mücadele meydanı şeklinde yaratmış olması ve biz insanlara, hem iyilik, hem de kötülük yapma fırsatı tanıması, bizim eşrefi mahluk olmamızı sağlıyor.


Bizler melek gibi her şeyi iyi yaparsak robot gibi oluruz.
Bakınız, mareşallik rütbesi için, mutlaka meydan muharebesinde bir düşmana karşı galip geleceksin. Yani hak edeceksin. Bunun için düşman gerek... Şeytan, nefis ve şer güçler bu işe yarıyor!

Allah, kendi rızasını hak ederek kazanmamız için bu imtihanı yapıyor.
İnsanlar yaratılmışların en üstünüdür. İradeyi cüziye ile doğru-yanlış, güzel-çirkin, faydalı-zararlı, adalet-zulüm seçimi yapabiliyor!

Bir Fıransız tarihçi Müslüman olmadan evvel her şeyi tarih disiplini içinde analiz edermiş, bir gün İslamiyeti de bu şekilde analiz etmiş. Peygamberimizin çocukluğuna bakmış, Peygamber olabilir de olmayabilir de demiş, gençlik mücadelesine bakmış, olabilir de olmaya bilir de demiş...


Peygamberlik yıllarına bakmış, yine olabilir de olmaya bilir de demiş... AMMA... Mekke'nin fethine gelince, Mekke'ye devesinin üzerinde secde eder halde girince ve her şey bitip de Medine'ye o iki odalı evine döndüğünü görünce, o zaman O Hak Peygamber dedim ve secde edip iman ettim demiş.. (Bu son secde olayından sonra anlatırken hocamız duygulandı, sesi boğuklaştı ve göz yaşlarını tutamadı...)
Ve bu olayı meşhur kitabında (izzu seccadi-secdedeki izzet) adlı kitabında yazmış...bulunuyor.



Bizim böbürlenmemiz en büyük hata olur. "Dünyanın kurtuluşu bendedir" diyerek gururlanmak şeytana yakışıyor.
Makama gerilerek oturulunmayacak, bu görev bana emanet verildi, hata yapmamam lazım diye dikkatli olunacak. Kulluk şuuru bunu gerektiriyor.


İnsanlar konuştuğunda çevresine manyetik dalga ve inanç dalgası yayarlar. İçinde Allah rızası ve ihlas esası varsa, sözleri manevi etki yapar ve muhataplarını sarar. Bizlerden böyle bir inancın ve kutsal amacın dalgaları bekleniyor!

Nurcular neden Erbakan şemsiyesinden kaçıp, Amerikan Himayesine sığınıyordu?
Nuriye Akman'ın Ilımlı İslamcı, Fetullahçı ve Amerikan şakşakçısı Zaman Gazetesinde yayınlanan röportajında, Nurcu Mehmet Fırıncı: "Biz her zaman Erbakan'dan uzak durduk, Süleyman Demirel'e destek olduk.. Biz başından beri: "siyasal İslam'ı değil, sosyal İslam'ı savunduk" anlamındaki sözleri, hem bunların ayarını ve ahlakını, hem de Hoca'nın amacını ve haklılığını ortaya koymaktadır.


Nurcu ağabeylerinden Mehmet Fırıncı:


"Erbakan tarafına geçseydik biz de onun anlayışında olmuş olacaktık. Halbuki biz sosyal İslam'ız. Erbakan ile beraber olmuş olsaydık, İran ve Kaddafi damgasını yerdik. Erbakan'ın gölgesi altında kalırdık. Biz Erbakan'ın şemsiyesi altına girmek istemedik. Çünkü siyasal İslam'ı Bediüzzaman kabul etmiyor.
Demirel'in tarafında yer alınca sosyal, Erbakan'ın tarafında olunca siyasi İslam oluyor öyle mi?" Sözleriyle, hem Bediüzzaman'ı çarpıtıp Risale-i Nuru istismar ettiklerinin, hem Erbakan'a iftira niyetlerinin kanıtlarıdır.


Bugün "Başörtülüler Arabistan'a gitsin" diyecek kadar İslami gerçeklere olan hıncını kusan Demirel'e, hala sahip çıkmaktan utanmayanların: Kur'ani hassasiyetten ve insani haysiyetten nasipleri işte bu kadardır.


"Siyasal İslam'a değil, sosyal İslam'a talibiz" sözleri de:
"İslamın, hayat ve huzur kaynağı olan ahkam ayetlerini değil, sadece toplumdaki gelenek ve görenekleri ve bazı adet ve ibadetleri önemsiyoruz" anlamındadır ve bu itiraflar içlerini dışa vurmaktadır.



21-25 Ekim 1996 II. Avrasya İslam Şurasında Başbakan Prof.Dr. Necmettin Erbakan'ın Konuşması Herkesi Hayran Bırakıyordu:
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından tertiplenen 2. Avrasya İslam Şurasının hayırlı olmasını Cenab-ı Allah'tan niyaz ediyorum.
Böyle bir toplantının İstanbulumuzda, dünyanın başşehrinde yapılmış olması ayrıca bir memnuniyet, bir bahtiyarlıktır.
Cenab-ı Allah Rahman ve Rahimdir. Nereye baksak O'nun rahmetini görüyoruz.Bir güzel güle yaklaştığımızda üstünde bir diken var, O, Allah'ın bir rahmetidir. Bir güzel portakal ağacının çiçekleri arasına diken konmuş, o portakal ağacını çeşitli hayvanlar yemesinler diye... Denizde bir balık gördüğümüz zaman kumluk bir yerde yaşıyorsa, bakıyoruz balığın üzeri de kum renginde. Aynen yaşadığı muhite uyuyor. Düşmanları onu fark etmesinler diye... Bir çekirge bir buğday üzerinde yaşıyorsa, sarı renkli oluyor, zeytin dalı üzerinde yaşıyorsa yeşil oluyor. Bu çekirge küçük yavru iken, kendi kendisini boyayamaz. Onu Cenab-ı Allah yapıyor.


Düşmanları onu görmesin diye...

Bütün cisimler soğudukça ağırlaşırlar. Ancak hayatın temeli olan suya gelince, su soğudukça ağırlaşmıyor. Artı dört dereceye kadar ağırlaşıyor. Artı dört dereceden sonra hafiflemeye başlıyor. Eğer, diğer bütün maddelerdeki fizik kanunu suda da geçerli olsaydı, derelerde-denizlerde canlı mahluk kalmayacaktı. Çünkü Sular hep alt kısmından donmaya başlayacaktı. Ağır su aşağıda olursa daha soğuk olacak, donma alttan başlayacak, içerde canlı bir mahluk yaşayamayacaktı. Halbuki bildiğimiz gibi dereler, denizler şayet donarsa, üstten donmaya başlıyor, bütün canlı mahluk da aşağı da hayatına devam etmek imkanı buluyor. Kainatın neresine baksak, Cenab-ı Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatını görüyoruz.


Evet, Rabbımız merhametlidir, şefkatlidir, bağışlayıcıdır. Rabbımız, kendisinin Kemal sıfatı gereğinden dolayı kainatı ve insanoğlunu yaratmıştır. Bir Hadisi Kutside mana itibariyle bize iletiyor ki; "Ben bir gizli hazineydim, bilinmeyi murad ettim. Onun için bu kainatı yarattım."

Cenab-ı Allah tarafından insana çok büyük nimetler verilmiştir. İnsanoğlu doğru ile yanlışı ayırıyor, güzelle çirkini ayırıyor, faydalı ile zararlıyı ayırıyor, adalet ile zulmü ayırıyor. Bunlar çok büyük meziyetlerdir.

Ancak, Rabbımızın bir sıfatı daha vardır ve o da Adil olmasıdır. İşte Rabbımızın Adil sıfatından dolayı bu müstesna meziyetler kendisine verilmiş olan insan , bu dünyada imtihan ediliyor. İmtihan edilmesi de gerekir zaten. Çünkü. çok kıymetli bir mücevherimiz olsa, onu başka bir şehirdeki insana göndermek istesek, rastgele birisine verip göndermeyiz. İyi, güvenilir insanı seçeriz. Tembihatta bulunuruz. Onu götürecek olan kişi alıp bu kıymetli taşı yerine götürürse, bir mükafat da veririz. Bütün bu tembihata rağmen bu güzel taşı çaldırır, kırdırırsa, o da cezalandırılmaya müstahak olur. Bu sebeplerden dolayıdır ki, o insanın imtihan edilmesi gerekmektedir. Onun için bu dünya da imtihan oluyoruz.



Ancak, Rabbımızın bu Kemal ve Adalet sıfatının yanın da, Rahman ve Rahim olan sıfatı da var. Bundan dolayı hem imtihan ediyor, hem de bu imtihanda bize kopya veriyor. İşte İslam Dini o örnek programın adıdır. Yani insan dünyada da, ahirette de nasıl saadete uluşacak? Bunun yolu da Rahman ve Rahim olan Rabbımız tarafından gösterilmiştir. Bu yol, ilk insan Adem Aleyhisselama gönderilmiştir. Bütün peygamberler bugün okuduğumuz "Amentü"nün esaslarını aynen ifade etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki, bir müslümanın inancına göre Allah'ın indinde tek din, asıl din, İslam Dinidir.



İsa Aleyhisselam İslam peygamberidir. Musa aleyhisselam da İslam peygamberidir. Bütün peygamberler aynı esası ifade etmişlerdir. Böylece çok şükür, işte insanlığa saadet yolu gösterilmiş bulunmaktadır.
Şimdi bugün bu salonda çok muhterem insanlar bir araya geldiler, dünyanın büyük bir bölgesini kaplayan 300-500 milyon insana hitap eden, o bölgelerin en büyük din adamları bu salonun içinde toplanmış bulunmaktadır. Bu toplantıdan maksat, "İslam Dininin gerçeğini insanlara en doğru, en güzel bir şekilde nasıl yeniden tanıtacağız?" konusunu aydınlatmaktadır.


Bu, insanlığa yapılacak olan en büyük hizmettir. Çünkü insanlık tarihini incelediğimiz zaman görüyoruz ki, insanların saadeti hep, "hakkı üstün tutmakla" mümkün olmuştur. İnsanların gördüğü zulümler ise, hak adı altında kaba kuvvetin üstün tutulması suretiyle olmuştur. Nitekim ilk dönemlerinden başlayacak olursak, İbrahim Aleyhisselam Mezopotamya'ya gelmiş, Hakkı üstün tutan bir medeniyetin kurucusu olmuş, insanlar saadet bulmuşlar. Ama o medeniyetin en parlak döneminde bir de bakıyoruz ki, Mısır da firavunlar yavaş yavaş kuvvetlenmişler. Kadeş Harbini kazanınca yeryüzünde kaba kuvvet hakim olmuş. zulüm dönemine girilmiş. Tam firavunların en güçlü olduğu bir dönemde Cenab-ı Hak Musa Aleyhisselam'ı göndermiş, yeniden hakkı üstün tutan bir dönem başlamış, yeniden saadet dönemine girilmiş. Musa Aleyhisselam'ın en güçlü medeniyeti döneminde ise, bu sefer eski Yunan yavaş yavaş kaba kuvveti üstün tutan bir zihniyetle gelişmiş, yeryüzünde yeni den kaba kuvvet hakim olmuş.


Yunanın en güçlü olduğu bir dönemde İsa Aleyhisselam gelmiş, yeniden hakkı üstün tutan bir medeniyetin öncüsü olmuş. O medeniyetin en parlak döneminde ise bu sefer Roma tekrar kaba kuvveti üstün tutan bir şekilde gelişmiş, yeryüzü kaba kuvvetin hakimiyeti altına girmiş, bir zulüm dönemi başlamıştır. Roma'nın en parlak olduğu bir dönemde Cenab-ı Hak, Peygamberimiz (SAS)'i göndermiş, Onun vasıtasıyla yeniden hak hakim olmuş, en az bin yıl insanlık saadet içinde yaşamıştır. Yani bütün peygamberler, kendi dönemlerindeki, inkarcı, zalim ve emperyalist güçlerle savaşmışlardır)


Müslümanların Viyana'yı kuşattıkları en parlak bir dönemde ise Avrupa'da Rönesans başlamış, ne yazık ki yeniden kaba kuvveti üstün tutan bir zihniyet yeryüzünde maddi gücü ele geçirdiği için, o günden bu güne kadar yeryüzünde işte bu sıkıntıları çekmekteyiz. Fakat şimdi yeniden şafak söküyor. Şu salonda bulunan muhterem insanların gayretleriyle bütün insanlık yeniden hakkı üstün tutan bir medeniyet dönemine geçecektir. Bu itibarla bu salondaki muhterem insanların, bütün insanlık için çok büyük önemi olduğunu biliyoruz.



Hak ve Batıl... Bunlar arasındaki fark: Hak, hayrı ve adaleti üstün tutmaktadır; batıl ise yanlışı ve kaba kuvveti üstün tutmaktadır. Bu günkü batı, "Bir kökümüz Roma'dan geliyor" diyor. Onun kökü Yunan'dan, onun da kökü Mısırdan, yani Firavunlar dan geliyor. Firavunların inanışına göre, insanlara zulüm yaparken, zulüm yapıyoruz diye yapmazlar, Bu bizim hakkımız diye yaparlardı. Ancak hataları, hak dedikleri şeyin hak olmayışıydı. Çünkü Onlara göre kaba kuvvet hak sebebi sayılı yordu.


Çoğunluk hak sebebi sayılıyordu. İmtiyaz hak sebebi sayılıyordu. Ve aynı zamanda da menfaat hak sebebi sayılıyordu. Halbuki peygamberlerin insanlara öğretmiş olduğu gerçek hakta ise, bunların hiç biri hak sebebi olamaz, Hak, başta dört şeyden doğar. İnsan olmanın hakkı vardır. Emek, bir hak sebebidir. Adalet gereği hak doğar ve aynı zamanda karşılıklı mukavelede vecibelere riayet suretiyle hak doğar Bundan başka şeyden de hak doğmaz. Kaba kuvvet hak sebebi olamaz.


Çoğunluk, menfaat ve imtiyaz, hak sebebi olamaz, İşte bütün insanlık tarihine gerçek hak ne zaman hakim olduysa, insanların saadetine vesile olmak suretiyle gelmiştir. Bugün de aynı gerçekler yürürlüktedir.



Önemli olan İslam Dinini doğru öğrenip, onu doğru öğretebilmektir. Günümüzde bunun üç ayrı sahada geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Bakınız, kullandığımız aspirin ilacının içerisinde asıl müessir madde, asit salsiliktir. Fakat biz bir insana asit salsiliği doğrudan doğruya verecek olursak midesini deler. Bu nedenle salsilik asit ne yapılmış, aspirin haline getirilmek için çeşitli katkı maddeleri ile geliştirilip ilaç haline getirilmiştir.



Bunu kullandığımız zaman ağrımızı kesmektedir. Aspirini bir çocuğa verecek olursak çocuk aspirinin acı tadını görünce kaçar. Kendisine şifa olacağını bilmez. Çocuğa aspirini çikolata içine sararak, ambalajlayarak vermemiz lazım ki, onu tatlı görsün ve onun faydasından istifade etsin.

Bakınız, İslam Dininin temeli Kur'an'a , sünnete dayanır. Tefsir, Hadis ilimleri her şeyin temelidir. Bunu insanlara doğrudan verirseniz yararlanamıyorlar, Muhterem din bilginlerine ve yöneticilerine arz etmek istiyorum ki, sadece Tefsir, Hadis öğrenmekle bu görevler yapılmış olamaz. Yani bu gün Müslüman ülkelerde sadece kimya sanayi yetmez, yanında ilaç sanayini kurmamız lazım. Bu gerçekler, insana gösterilen bu saadet yolları bugün nasıl tatbik edilecek? Bugün insanlara yararlı olabilmek için aspirin örneğinde olduğu gibi kimya sanayi, hem ilaç sanayi, hem de ambalaj sanayi kurmamız lazım.


Bütün Müslüman ülkelerde kurulması ve bütün insanlığa bu yoldan hizmet edilmesi için büyük gayretler gösterilmesi lazım. Ne yazık ki bazı batı ülkelerinde bu gerçekler yeterince anlatılmadığı için, adeta İslam Dini terörizmmiş gibi gösterilmeye kalkılacak kadar büyük bir çelişki yaşanmaktadır. İslam kelimesinin anlamı 'silm" demek, barış, kardeşlik demektir. İslam Dini barış, kardeşlik, hoşgörü dinidir. Bizim dinimizin kökü rahmettir, merhamettir, şefkattir, hoşgörüdür. Bizim Peygamberimiz (s.a.v.) "Rahmetellil Alemin"dir. Bütün insanlığa değil, bütün alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. İslam Dininin temeli rahmettir.




İskoçya'da yapılan bir toplantıda, İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, şu cümleyi sarf etmiştir: "Düşman olmayan ideoloji yaşayamaz. Sovyetler dağıldığına göre kendimize yeni düşman bulmalıyız. O da İslam olmalıdır." diyecek kadar gaflet göstermiştir.
Temel amaç ve esas: iyilik olmalıdır. Onun için bizim kitabımız Rahman ve Rahim adıyla başlıyor.


Kıymetli din büyüklerinin kendi bulundukları ülkelerde, bundan sonra yeniden insanların gerçekleri öğrenmesi için her sahada gayretle çalışacaklarına inanıyorum. Bu yapacakları çalışmalar bütün insanlığın saadetine yapılan en büyük hizmet olacaktır. Önce ahlak ve maneviyat bayrağı her şeyin temelidir. Maneviyat olmadan, inanç olmadan, ahiret duygusu olmadan insanlığın saadet bulması mümkün değildir. Bütün insanlığa yapılacak büyük hizmet, insanların ahlaki ve manevi değerleri öğrenerek iyi insan olarak yetişmelerini temin etmektir. Toplantının bütün insanlık için hayırlı olmasını dileyerek sizleri şimdilik Allah'a emanet ediyorum



Ve Muhyiddini, Arabi, 800 (sekiz yüz) sene öncesinden şunları haber evriyordu:
Büyük İslam alimi ve Tasavvuf Piri Şeyhül Ekber Muhyiddini Arabi Hazretleri (1164-1240), yazdığı "Dürri Meknun" kitabında, tam 250 (iki yüz elli) sene öncesinden Kostantin'in Müslümanların eline geçip İstanbul'a dönüşeceğini, hem de 800 sene sonra zuhur edecek Hz. Mehdi'nin doğum tarihini, hizmet ülkesini, adının başına "yıldız" geldiğini, annesinin ismini ve son teşkilatının işaretini vererek büyük bir keramet ve beşaret göstermiştir.
"(Hz. Mehdi Batıdan zuhur eder.. "Rahim"in "mim"i tarihinde doğmuş olur. Lakin, Kamer Tulu' ettiği (doğduğu) zamanda talii (Yıldızı) Saadet burcunda iken...... "Beni Asferi" helak edip İstanbul'a girecek....."
Bilindiği gibi:
1- Düz (küçük Ebced)
2- Büyük Ebced
3- Ebcedi Ekber (en büyük Ebced) olmak üzere üç türlü Ebced hesabı bulunmaktadır.
"Rahim" kelimesinin harflerinin "Ebcedi Ekber" sayıları toplamı şu sonucu ortaya koymaktadır.
Ra: 492
Ha: 606
Ya: 575
Mim: 329
Toplam: 2002
Yani beklenen büyük lider 1900'ün ilk çeyreği sonrası doğacak... İşareti verilmektedir.
Beni Asfer: Sarı oğulları, altın (para) tapıcıları ve toplayıcıları (bak. Ferit Develioğlu Büyük lügat) Yahudileri işaret etmektedir.
Şeyhül Ekber'in bu kerametli işaretlerinin açılımı şöyledir:
•1900'lü yılların ilk çeyreği sonrası dünyaya teşrif buyuran,
•Kamer'den doğacak olan,
•Sarı altına ve paraya tapmakla tanınan Yahudi hegemonyasını yıkacak olan
•İstanbul'un bulunduğu ülkeyi hizmet merkezi ve hedefi yapacak olan..
Evet bu şartları ve sıfatları taşıyana ve "Rahim"in halifesi ve tecellisi makamında bulunan Zat, siyonizmin zulüm ve sömürü saltanatını yıkacak ve Türkiye merkezli yeni bir barış ve bereket medeniyetini 2000'li yılların ilk on senesi içerisinde kurmuş olacaktır.


SEYH NASRALLAH DÜNYAYA KAFA TUTAN VIDEOSU?








Şeyh Nasrallah'ın "itiraf"ını nasıl okumalıyız?

"İsrailli askerleri kaçırmanın bu ölçüde bir savaşa yol açabileceğine yüzde bir bile ihtimal vermemiştik. Şimdi bana 'Bugün 11 Temmuz olsaydı ve o askerleri esir almanın böyle bir savaşa yol açabileceğine yüzde 1 ihtimal verseydiniz yine o emri verir miydiniz?' diye sorsanız kesinlikle hayır derim. İnsanların güvenliğine, askeri ve siyasi nedenlere istinaden buna kesinlikle karşı çıkardım»
Bu bir pişmanlık beyanı filan değil. İnsan, muhtemel sonuçlarını bilerek yaptığı işlerden pişmanlık duyabilir ancak. Şeyh Nasrallah ve arkadaşları 11 Temmuz'daki operasyonun planını yaparken, İsrail'in tepkisinin Hizbullah mevzilerine yönelik birkaç saldırıyla sınırlı kalacağını düşünmüşlerdi. Zira, daha önce düzenledikleri benzeri operasyonlara verilen cevaplar hep bu çerçevede kalmıştı. 'Böyle olacağını bilseydik yapmazdık' açıklaması, halkının acılarını iliklerine kadar hisseden ve paylaşan sorumluluk sahibi bir liderin samimi arz-ı hali ve halkına açık yüreklilikle verdiği hesaptır. Aynı zamanda bir itimat telkinidir bu açıklama. Lübnan halkına şu mesajı veriyor Nasrallah: 'Biz maceraperest değiliz, aklı başında mücahitleriz. Askeri ve siyasi dengeleri gözetiriz. Düşmana vuracağımız bir darbe için Lübnan halkı olarak ödeyeceğimiz bedelin o darbeden ağır olabileceği kanaatine vardığımız yerde geri durmasını biliriz.


O zaman, "Hizbullah'ın İsrail'e karşı zaferi ve siyonizmin hezimeti sayılan bu savaş ve savunmayı, biz planlamadık, biz hesaplamadık,... olaylar bizim karar ve kontrolümüz dışında gelişti..." demektir ki, evet işte bu samimi bir itiraftır.
Hem İsrail'e karşı kullanılan ve Siyonistleri şaşkınlığa uğratan pilotsuz uçaklar gibi teknolojilerin, hem bunları kullanan özel ekiplerin nereden gönderildiğini (kesinlikle İran değil) ah bir İsrail'e sorabilseniz!?


Bu arada Hasan Nasrallah'a sormak lazım: Madem İsrailli iki askerin bu kadar kıyıma ve yıkıma yol açacağını öngörebilseydik, bunu yapmazdık" itirafında bulunuyorsunuz. Öyle ise, hala elinizde bulunan bu askerleri bahane ederek İsrail'in yeniden saldırı ihtimaline karşı bunları serbest bırakmanız gerekmez mi?

Hatta Milli Amerika'nın, Siyonist sultasından kurtulmak üzere, İsrail'i hezimete uğratmak için, Lübnan'a saldırttığı bile yazıldı.


"Washington, İsrail'i nasıl kışkırttı?

İsrail'in Birleşik Devletler buyruğuyla Lübnan'a yönelik yıkıcı savaşa girdiği yönündeki kanıtlar giderek artmaktadır.
Çok sayıda İsrailli yetkili, üst düzey askerî yetkililer de dahil, Bush'un Olmert'i bir savaşa itmesi konusunda öfkeliydi; ancak İsrail hükümeti bu saldırıyı 2004 yılından bu yana planlıyordu... Son çürük ateşkes ilanı, ABD planları üzerinde çok az bir durdurucu etki yapacaktır. Hepsinden öte, Hizbullah'a saldırı Bush yönetiminin, Ortadoğu haritasını yeniden çizme niyetlerindeki ilk aşamaydı.
30 Temmuz tarihinde, The Jerusalem Post gazetesi, Bush'un, İsrail'i savaşı İran ve Suriye'ye yayması için teşvik ettiğini yazıyordu...


Genelkurmay Başkanı Orgeral Dan Halutz ve Lübnan savaşının mimarları, ABD'li yetkililerle İran üzerine hava saldırısının detaylı planlarını yaptı. Bush yönetiminin ana hedefi, Şii militanlığına karşı bölgede, Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün'le birlikte, Batı yanlısı yeni bir Sünni Arap diktatörlüğü kurmaktı."
Ve Hizbullah'ı yok edeceğini sanarak bu oltaya atılan İsrail, şaşkınlığa ve perişanlığa uğramıştı.

Hizbullah'ı yok ediyoruz derken!
İsrail fena karışıyor!

İsrail'de başarısızlığın hesabı soruluyor ve Hizbullah karşısında ağır bir yenilgi alan asker ve sivil yöneticilerin görevlerinden ayrılması isteniyor!
İsrail'de sadece siviller ayaklanmış durumda değil!
Askerler de kendilerini pisipisine ölüme götüren komutanlarına karşı bayrak açmış durumdalar!


Oysa İsrail'in mağrur politikacıları ve askerleri savaşın başladığı günlerde nasıl zafer naraları atıyorlar ve Hizbullah'ı yok ettiklerini iddia ediyorlardı.
Meğer Hizbullah'ı yok ediyoruz derken kendi kuyularını kazıyorlarmış!
İsrail yönetimi beş-altı günde işi bitirip geri döneceğini sanırken iş uzadıkça uzadı ve İsrail'in sivil-asker tüm yönetimi hedef tahtası haline geldi.
Onlar Hizbullah'ı yok edeceklerdi!
Hesapları buna yönelikti!

Ne var ki, Cenab-ı Hakk'ın da bir hesabı vardı!
Hizbullah'ın yerine İsrail yönetimi yok olmaya doğru gidiyor!
Yedek askerlerin isyanı hiç şüphesiz giderek öteki askerleri de kapsayacaktır.
Bu savaş Olmert ve ekibinin başını yiyecektir!


Olmert elbette başarısızlığın faturasını ödeyecektir. Bu arada ufak bir hatırlatmada bulunalım. Faturayı sadece Olmert değil, O'na destek verenler de ödeyecektir.
Mesela Lübnan'da İsrail'in istediği biçimde bir uluslararası gücün oluşmasına katkıda bulunacakları da Olmert'i bekleyen akibet bekliyor olacak!
ABD ve AB aşığı ve kıdemli İsrail uşağı Ertuğrul Öz(Yahudi)kök, Hürriyetteki köşesinde, Erbakan'ın gazetesine demeç verdiği için Prof. Erol Manisalıyı döneklikle suçlayacak kadar saçmalamıştı.



Ona yakışan cevabı, sağ olsun, Yeniçağ'dan İsrafil Kumbasar yazmıştı:
'Milli Gazete'deki Erol Manisalı, şarapçı Ertuğrul'a niye battı?
Erol Manisalı'nın bu düşüncelerinin, İslami kesimin gerçek sözcülüğünü yapan Milli Gazete'de yer alması, birilerini fena ürküttü!.. Hele hele 'Babıali'nin Şarap Uzmanı'na neredeyse battı!.. Milli Gazete'nin 22 Ağustos 2006 tarihli manşetinin konuğu Erol Manisalı'ydı!.. Değerli dostum Selami Çalışkan, yine bir gazetecilik başarısına imza atmış, Lübnan'a asker gönderme konusunda, Manisalı'nın görüşlerini, uyutulmak istenen kitlelere ulaştırmayı başarmıştı!.. "Zulme ortak olmayın" başlığı ile verilen haberde, Erol Manisalı, Lübnan'a asker göndermek için fırıldak üzerine fırıldak çeviren iktidar mensuplarına şu uyarıyı yapıyordu:



"Filistin ve Lübnan'da yaşananlar, ırkçı emperyalistlerin planlı bir işgal hareketidir... Bugün Hizbullah'a yapılan, İran'a karşı planlanan hareketlerin ileride Türkiye'ye karşı yapılacağı görmezden gelinemez..." Erol Manisalı, eğer kendilerine 'İslamcı' süsü veren bir takım işbirlikçi ajanlar ile 'uzo' çekip 'magarina' oynamış olsa idi, bu durum Ertuğrul Özkök'ü pek fazla enterese etmeyecekti!..

Ancak, Manisalı, işbirlikçiler ile kol kola vermek yerine, Milli Gazete aracılığı ile vatanını seven 'gerçek dindarlara' ulaşmaya çalışıyor!.. Yine kendilerini 'ulusalcı' olarak takdim edenler, İlhan Selçuk'un aklına uyup 'marjinal' olarak kalmayı tercih etmiş olsalardı, vatan hainleri pek fazla korkuya kapılmayacaklardı!..



Ancak, 'emperyalizme' karşı bir duruş olarak ortaya çıkan, 'sağ' ve 'sol' kesimi 'vatanseverlik' potasında buluşturan 'ulusalcı' akım, yavaş yavaş aslına rücu ediyor, 'milli' bir karaktere bürünerek Türk milletinin 'asli değerleri' ile kucaklaşıyor!..
'İslam dinini' Ortadoğu'dan silmek, 'Türk milletini' Anadolu'dan atmak isteyen Amerika'ya, Avrupa Birliği'ne ve İsrail'e karşı, topyekun bir 'isyan hareketine' dönüşüyor!.. İşte bu dönüş, emperyalizmin 'muhabere subaylarını' öfkeden deli etmeye yetiyor!..


içimizdeki Hainleri Kullanan yahudi İstihbarat Örgütü: NİLİ

Sarah Aaronson Çanakkale Savaşı’nda katır tugayları oluşturarak İngilizlere lojistik destek sağlayan yahudiler, Sina, Gazze ve Kudüs Muharebelerinde, İngiliz Ordusu’na istihbarat desteği sağlamışlardır. Özellikle Gazze Muharebeleri’nde büyük kayıplar yaşamaya başlayan İngilizler, sonunda, Osmanlı’nın cephe gerisindeki yahudilerce ulaştırılan bilgileri kullanarak, Osmanlı mevzilerini ve bataryalarını uçaklarla bombalamışlar ve böylelikle Osmanlı savunma hattını aşabilmişlerdir. Özellikle, müttefikimiz Alman subaylarının göz yumduğu Alman asıllı yahudilerin, Filistin Cephesi’nde İngilizler tarafından nasıl kullanıldıkları ve iki taraflı çalıştıkları hakkında, Genelkurmay Yayınlarından, Tuğg. Şükrü Mahmut Nedim’in “Filistin Savaşı” isimli eserinde bazı vakalarıyla bahsedilmektedir.
O dönemde NİLİ, Osmanlı Ordusu’nun içinden bilgi toplama güçlüğü çeken İngiliz-yahudi ittifakının kurduğu ve içlerinde fahişe kadınların görev aldığı bir istihbarat örgütüydü. NİLİ, Sarah Aaronson adında bir genç yahudi kadın casus tarafından işletiliyordu ve bazı kaynaklara göre örgütün 400 adet fahişesi vardı. Bunlar Osmanlı Ordusu’nda görevli bazı karaktersiz askerleri ve bazı direnişçi Arap milislerini baştan çıkararak, bunlardan bilgi sızdırıyorlardı.


Büyükbabanın Osmanlı Devleti’ne İhaneti

Kudüs-Babıhatta’ya sürgün gönderilen Mehmet Yaşar Efendi, maalesef burada da uslu durmamıştır. Özellikle dönmeler arasında haber kaynağı edinme arayışını sürdüren NİLİ, kısa zamanda Mehmet Yaşar Efendi’nin sürgün gönderilmiş bir dönme olduğunu öğrenmiş ve kendisiyle irtibata geçmiştir. Mehmet Yaşar Efendi, bir taraftan yahudi kızlarının cazibesiyle, diğer taraftan damarlarında taşıdığı yahudi kanının etkisiyle, Osmanlı Ordusu ve Arap milisleri hakkında topladığı istihbari bilgileri NİLİ ajanlarına sızdırmaya başlamıştır.

İçten bilgi akışını öğrenen Osmanlı Ordu İstihbaratı, bölgenin yerleşik Arap milislerinden de yararlanarak, NİLİ casusları ve üyelerine yönelik ciddi bir temizlik harekâtı başlatmıştır. Bu temizlik harekâtında, NİLİ casuslarıyla birlikte, çok sayıda asker ve milis de sorgulanıp suçlu bulunarak idam edilmiştir. Askeri sırları sızdırdığı tespit edilen Mehmet Yaşar Efendi de, bu temizlik harekâtından ileriki yıllarda nasibini almıştır. Mehmet Yaşar Efendi, biri milis olmak üzere iki Osmanlı İstihbarat Subayı tarafından, bir gece, birlikte olduğu ve görüştüğü bir NİLİ casusuyla birlikte evinden alınarak sorgulanmıştır. O gece kendilerinden önce alınmış olan Arap asıllı bir kişinin serbest bırakıldığı sorgulama neticesinde, hakkındaki kanaat kesinleşen Büyükbaba Mehmet Yaşar Efendi, birlikte yakalandığı (isimsiz, sadece kısa eşkal kayıtlı) NİLİ casusu ile birlikte Cehennem Vadisi’ne götürülmüş, infaz edilmiş ve ailesinin dini tören yapmasına müsaade edilmeden gömülmüştür.

Cehennem Vadisi
Cehennem Vadisi, Osmanlı’nın Kudüs hâkimiyetinin son döneminde, vatana ihanet ve casusluk suçu işleyen kişilerin idam edilerek (intihar edenler de mevcuttur) gömüldüğü yer olarak tarihe geçmiştir.

Osmanlı-Arap İstihbaratı ile İngiliz-yahudi İstihbaratı arasındaki karşılıklı çetin faaliyetler ve infazlar, neredeyse İsrail’in kuruluşuna kadar devam etmiştir. Osmanlı 4. Ordu İstihbarat Şefi Filistinli Aziz Beg’in, NİLİ örgütünün faaliyetleri ve sorgulanan NİLİ üyeleri hakkında 1930 yılında yazdığı hatıratın yanı sıra, Babıhatta’nın ileri gelen ve o dönemde milis çalışmalarında bulunan Carallah sülalesinden Abdülhakim oğlu Raşid gibi kimselerin tuttuğu günlük benzeri çok sayıda kaynak da bulunmaktadır.



İsrail Genelkurmayı’nın Org. BÜYÜKANIT’a Jesti

İsrail’in ve yahudilerin en belirgin vasıflarından biri, geçmişte yahudiliğe hizmet edenlere, hatta onların soyundan gelen kimselere karşı duydukları vefa hisleridir. Filistin’de İsrail devletinin kurulmasında emeği geçenleri ve bu arada NİLİ üyelerini de araştıran İsrailli araştırmacıların, arşiv çalışmasında tespit ettiği isimlerin arasında Mehmet Yaşar Efendi’nin ismi de yer almaktadır.

İsrail Genelkurmayı, NİLİ üyeliği tespit edilen Mehmet Yaşar Efendi’nin mezarını yıllar sonra restore ettirmiş ve yapılan restorasyonu jest olarak göstermek üzere torun Mehmet Yaşar BÜYÜKANIT’ı İsrail’e özel olarak davet etmiştir. Büyükbabası hakkındaki bilgiler ile bu mezarın varlığından, Türk kamuoyunun ve medyasının haberdar olmasından ciddi olarak endişe eden Org. BÜYÜKANIT, yahudi meslektaşlarından, geçmişine ait bu bilgilerin ve mezar yerinin sır olarak saklanmasını ve kamufle edilmesini rica etmiştir.

Bir şekilde bu bilgilerin duyulma ihtimaline karşı tedbir olarak, yıllarca çevresine, anne tarafından dedesinin Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını taşıyan Kudüs imamlarının torunu olduğu ve dedesinin Kudüs’te şehit olduğu gibi asılsız bilgileri yaymıştır. Yine, kendisinin, dedesine atfedeceği boş veya sahte bir mezar yeri hazırladığı da bilinmektedir. Arka arkaya dört evlilik yaptıktan sonra, alkol bağımlısı olduğu için çocuklarını yetimhaneye veren babasından bile bahsederken “din görevlisiydi” diyebilen BÜYÜKANIT’ın, kimsenin tanımadığı dedeleri için “Kudüs İmamıydı” demesi aslında pek de garip değildir; yahudice gizlenme alışkanlığının gereğidir.

Ancak tarihçilerin bilebileceği bir gerçek vardır ki; Tarihi Aksa Camii’nin anahtarlarını, sahabe Nüseybe’nin soyundan gelen ve Kudüs eşrafından olan Nüseybe Oğulları geleneksel olarak elinde bulundurmaktadır. Ayrıca, Kudüs ahalisi Anadolu Türkleriyle aynı mezhepten değildir ve bu yüzden tarihi süreçte Kudüs imamları tamamen yerel halk arasından atanmışlardır. Hele hele, geçmişi karanlık ve ne idüğü belirsiz bir gizli yahudi sabetaycının Kudüs’e imam olduğuna dair hiçbir tarihi belge bulunmamaktadır.

Gerçi, şehitlerimizin cenaze namazında elini düz bağlamayı bile bilmeyen bir gizli yahudi sabetaycının, bu tür konuları bilmesi de zaten beklenemez**. Çünkü Org. BÜYÜKANIT, yahudilik dini ve sabetaylık tarikatına ait öğretileri, yirmi üç yaşına gelinceye kadar anneannesi Sifaye ERYAŞAR’dan, sonrası ablası Suzan BÜYÜKANIT’tan öğrene gelmiştir. Kimlik ve kişiliğinin gelişiminde en etkili olan iki kişi, şehit (!!?) dedenin eşi anneanne ve Türk Ordusu’nu ele geçirmeye azmetmiş küçük kardeşine kendisini adayan abladır***. “yahudilik öğretisi”ni anneannesinden ve ablasından alan BÜYÜKANIT, provokasyonlarla uygulamaya koyduğu “ihanet öğretisi”ni de dedesinden miras almıştır.

Şimdi, gizli yahudi olduğunu belgelediğimiz ve soy kütüğü hakkındaki gerçekler karşısında cevap veremeyen BÜYÜKANIT’a tekrar meydan okuyoruz:

Yüreğin yetiyorsa, erkeksen, adamsan, bu metinde geçen bilgileri, ister sen yalanla veya isterse senin seçilmiş medyacılarından biri yalanlasın!

Bu yalanlamadan en fazla iki saat sonra, yine bu siteden yiyeceğin biri noter tasdikli, diğeri ise görüntülü iki Türk şamarına hazır ol!

Vurmadan önce iyice bir duyuralım ki, şaklaması kulaklarda yıllarca çınlasın!

(*) Mehmet Yaşar Efendi’nin Anadolu’ya gönderilme sebebinin, Maan’da artan İngiliz istihbarat faaliyetleriyle ilişkili olabileceğini tahmin etsek de, tarihçi akademisyen ülküdaşlarımız, Mehmet Yaşar Efendi’nin “Maan”da yaşadığı döneme ait net bulgular elde edemedikleri için, Anadolu’ya gönderilme gerekçesi metne konulmamıştır.

(**) Aziz Şehitlerimizin cenaze namazında sol elini sağ elinin üstüne koyarak ellerini ters bağlayan -ki belki de inancının gereği olarak kasıtlı yapmıştır, bunu bilemiyoruz- BÜYÜKANIT’ı temize çıkarmaya çalışan “seçilmiş medyacılar”, paşanın üzüntüsünden dolayı elini ters bağladığı hususunu haberlerine yorum olarak eklemişlerdi.

İşte burada sabrımız taştı: Sen kimsin de, şehidin anasından, babasından, ağasından, bacısından fazla üzüldün? Herkes elini düz bağladı da, bir tek sen ters bağladın, üçkâğıtçı! Sakın aklına, yahudilik davasının şehidi olan deden gelmiş ve onun için bu kadar çok üzülmüş olmayasın? Gerçekten o kadar üzülecek olsaydın, şehit cenazesi üretmek için gencecik fidanları kasıtlı olarak pusulara düşürttürmez, bunu yapanlardan bir kez olsun hesap sorar ve verilen şehitlerden dolayı kendini de sorgulardın. Ama sen, bunu yapmak yerine can dostun Reha TAŞKESEN’le başka dümenler çevirmeyi tercih ettin. Yakında, o ‘namussuz’un seni nasıl örnek aldığını bütün kamuoyuna duyuracağız.

(***) Türk gelenek ve görenekleriyle bağdaşmayan bu öğretiler yüzündendir ki; BÜYÜKANIT’ın can dostu ancak, Reha TAŞKESEN gibi, öğrencilerinin, astlarının ve meslektaş ailelerinin namusuna göz koyan bir “namussuz” olabilmektedir. Kirletici azınlık uşakları, bu onursuzluğu örtmek için intihar etmeleri gerekirken, bir de utanmadan gazetelere boy boy röportajlar vermektedirler ve Ordu’nun başına gelerek kendilerini korumasını umdukları azınlık “Efendi”lerine yağcılık yapmaktadırlar.

Tarih, bu namussuzluğu yapanlarla birlikte, savunanların da haysiyetlerinin yerle bir olacağına tanıklık edecektir. Cumhuriyetimizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü ve Genç Subayları yetiştiren KUTSAL OKUL’umuzun adını kirletenler ve kirletenleri bugüne kadar himaye edenler, yaptıklarının bedelini en kısa zamanda ödeyeceklerdir.

iSLAMi SORULARA CEVAPLAR

VUDU BÜYÜSÜ ViDEO





Pozesyon ve Loalar ile İletişim Kurma

Burada iyicene anlaşılması gereken bir husus vardır, Latin kökenli olanlar ne denli dünya zevk ve nimetlerine düşkünseler de, onlar için görünmeyen dünya ve bu dünya arasında ince bir çizgi vardır. Özellikle, Brezilyalılar kadar yaşam sevinci olan ve günü gününe yaşayan insanlar belki dünyada yoktur. Ancak bir ayakları sanki hep öbür dünyadadır. Bu gerçek, onların efsanelerle birlikte anı yaşamaları, belki de bütün zamanların en iyi filmlerinden biri olan "Siyah Orfe"de betimlenmişti. Vuducular, loa ve kendileri arasındaki bağların her zaman sürdüğünü inanırlar. Bu varlıkların da istediklerinde onlara göründükleri, ayrıca onları çağırabileceklerini inanırlar. Vudu inancında, Loaların insanlarla irtibat kurma ve insanların loalar ile irtibat kurma yöntemleri arasında rüya, fiziksel karşılaşma ve pozesiyon vardır.

Loaların Vuduistlerin rüyalarına girmeleri, onlara mesaj, nasihat, kehanetler iletmeleri sık sık rastlanır. Bu durumda rüya gerçek olarak kabul edildiği gibi, mesajlar ciddi alınır ve içeriğine harfi olarak uygulanır.


Loalarla bizzat yüz yüze gelme, fiziksel bir irtibat kurma ender bir olaydır. Bu fenomenler vizyon şeklinde olmadığında, insanlara görünmek suretiyle belirli bir amaç için bedenlendikleri söylenir. Bu konuda hikayeler ve söylentiler yaygındır. Örneğin, üstü başı perişan yaşlı ve topal bir adam köyde bir kapı çalar ve aç olduğunu söyler. Ona karşı iyi davranılırsa iyiliksever hemen mükafatlandırılır, aksi taktirde fena bir şekilde cezalandırılır, çünkü yaşlı adam aslında en önemli loalardan Legba'nın ta kendisidir.

Bu konuda Métraux şöyle der: ‘Ruhlar istedikleri zaman, bir bedeni kullanmadan fiziksel bir şekil alıp kendilerini gösterebilirler. Birkaç köylü 1935 yılında Marbial vadesini batıran korkunç sellerde, Ezili’yi gördüklerini yemin ettiler.


Pozesiyon, "bedensiz" varlıkların insan bedenlerine girmeleri, nüfuz etmeleri ve bir süre kullanmaları anlamına gelir. Bunu obsesyon ile karıştırmamak gerekir zira bu biraz farklı anlamı olan psikolojik bir terimdir. Osmanlıca'da cin tasallûtu benzeri bir anlam taşar. Antropologlar Vudu'da yaygın olan bu olaya pozesyon demelerine rağmen, Vuducular bu terimi pek sevmezler. Gerekçelerini de şöyle açıklarlar, pozesyon şeytani, şer bir varlığın insan bedenini işgal etmesi anlamına gelir, oysa (çağırılan) loalar ulvi varlıklardır ve davet edilirler. 


Geçici bir süre için ayine katılanlarının bedenlerini kullanırlar. Bu açıdan vudu pozesyonunu trans veya fizik medyomluğuna benzetilmiştir. Dolayısıyla, Vudu geleneklerinde bedenlerini loalara ödünç verenlere hungan (at) denilir ve loalara binici denilir. Pozesyon veya "kabul" olayı Vudu'yu diğer sistemlerden farklı kılar. Şamanizm'de de bazı medyomik olaylar, dans ve tamtamlar bulunmasına rağmen, Vudu'nun farklı bir karakteri vardır. Pozesyon ağırlıklı oluşu, orgastik danslar sonucundan kendinden geçme, bu farklı oluşun bir parçası. Genelde gecenin geç saatlerine kadar devam eden bu danslarda bir veya birkaç kişi kriz geçirir ve transa girerr. Gelen varlığa göre sara nöbetindeki gibi yerde yuvarlanabilir, çığlıklar atıp sağa sola koşabilir, veya göz beyazları yuvarlanmış, yalpaya yalpaya yürüyebilir.


Bir süre sonra başka bir kişiliğe bürünür. Taraftarlar onu örneğin, gelen loaya göre, bir tahtta oturtabilirler, boynuna gerdanlıklar ve gelen loanun özelliklerine uygun çeşitli aksesuarlarla kuşatap onore edebilirler. Gelen yüksek bir loa ise, ona bir tanrı veya tanrıça muamelesi gösterilir. Bazen bir şov yapar, özellikler kendisi bir babaloa veya mamaloa ise. Alevlerin üzerinde yürür veya yanan korları elinde tutar. 


Eline aldığı kılıçları teneke gibi şekilden şekile büker, bedeninden şiş geçirir, bir veya birkaç şişe alkolü bir yudumda içer vs.. Eğer erkek bir loa kadın bedenine girmişse, sesi kalınlaşır, yüzü değişir ve gücü artar. Eğer dişi loa erkek bedenine girmişse sesi tizleşir, etek giyer ve örneğin yüzüne makyaj sürebilir. Loalar bazen aniden seyircilerin bedenlerine girdikleri de söylenir. Hatta elinde fotograf makineli bazı Amerikan turistlere dahi musalat oldukları, arkadaşlarının hayret dolu gözleri önünde kişiliklerinin ortandan kalktığı ve yerine bir süre için bir Afrikalı loa girdiği vakalar belgelenmiştir.



Vudu Pozesiyonu olayı konusunda Métraux şöyle der: “Pozesiyona tabi olan kişilerinin sayısı, hepsini histerik olarak sınıflandırılması için fazla büyüktür, yoksa Haiti’nin bütün nüfusunu akli dengesiz varsaymamız gerekir”. Yine aynı yazardan, “Transa girmiş kişi söz ve davranışları için hiç bir şekilde sorumlu değildir. Bir kişi olarak varlığı artık sona ermiştir. Kişi normal ortamlarda söylemeye cesaret edemeyeceği şeyleri söyleyebilir... Bu açıklamalar bazen şok edici oluyor ve herkesi tedirgin edebilir. Halk yadsıdıklarını gösterirler ve tanrıya susması için yalvarırlar...

Vudu müritlerinin mistik trans konusunda açıklamaları basittir: Loa, herkesin içinde taşıdığı iki varlıktan biri olan “iyi büyük meleği” (gros bon ange) kovduktan sonra, kişinin beynine girer. Varlığın bu çıkarılışı, transın başlangıç aşamalarını belirleyen titreme ve sarsılmalara neden olur. İyi melek gider gitmez, pozesiyona tabi kişi bayılacakmış gibi tam bir boşluk hissi yaşar. Başı döner, bacakları titrer, bundan sonra sadece loanun gireceği bir kap değil, aynı zamanda onun aracı olur. Bundan böyle, artık onun davranış ve sözlerinde ifade edilen, onun kişiliği değil, söz konusu tanrınınkidir. Yüz ifadeleri, ses tonu ve karakteri içine giren tanrıya ait olacaktır.



Loalar kişisel nasihat verebilirler veya kehanette bulunabilirler, dileklerin yerine getirilmesi için gerekli hediye ve adakları belirlerler. Bu arada puro ve içki içebilirler, (sevmeyenler de var) açık fıkralar bile söylemeleri mümkündür ve tipiktir. Hokkabazlık yapan, türlü kaba şakalar yapan loaların sayısı da az değildir, bu özellikle gedeler için geçerlidir.

Loa işini bitirdikten sonra, kişinin bedenini terk eder, genelde kişi kendine geldiğinde şaşkın davranır ve aradaki zaman zarfında olup bitenlerden habersiz olduğunu söyler. Bir pozesyon birkaç saniye veya bir iki gün sürebilir, ancak hemen hemen her zaman süresi merkezdeki faaliyetler ile birlikte başlayıp bitiminden önce sona erer.


"Vudu Ateşi" kitabı olayı şöyle betimliyor: "Pozesyon bittiği zaman, pozesyona tabi kişi normal günlük kişiliğine dönüşür ve ona karşı tamamıyla öyle davranılır. Bedenine büyük bir loa girdi diye kimseye özel muamele gösterilmez veya onore edilmez.

"[ Umbanda'da] Zenci ve beyaz birlikte Avrupa kökenli Kardekizm (Spiritüelizm) altında, Kızılderili bir ruhun önderliğinde ve Afrikalı ismi Oşala olarak İsa altında daha gelişmiş bir Afrika ritüeli uyguladıları…"

The Moon and Two Mounttains, Pedro McGregor



Vudu ve Ruhçuluk

Rio'da bir Umbanda kongresi yapıldığı zaman, o kadar çok taraftarları, Umbandista'lar vardır ki, futbol stadyumunda yer tutulur. Umbanda'nın sadece Rio şehrinde elli bin merkezi (tenda, centro, cabana veya terreiro) bulunmaktadır ve ülke çapında 10 milyonlarca üyesi vardır.

Umbandistaların radyo'daki kanalları saatlerce aralıksız Umbanda koro şarkı, tilavet ve combo'ları yayıyor. Haber saatinde Umbanda dünyasından (hem burada, hem de Kızılderili "Caboclo", ve erkeği "Pai", dişisi "Vovo" (büyükanne) olarak tanınan zenci "Negro", rehberlerin bulunduğu ruh alemi "Aruanda"dan) haberler verilir.

Umbanda, 1920'lerde Zelio de Moraes adında, beyaz, sarışın, 185 cm. boyunda ilk okul mezunu bir medyum tarafından başlatıldı. Adı Yedi Yol Kesişinin Ruhu, "Caboclo da Sete Encruzilhadas" olan Kızılderili ruhsal rehberinden aldığı mesajlar doğrultusunda spiritüelist esaslara dayılı, Afrika dinleri, Kızılderili Şamanizm ve Hıristiyanlık esasları üzerinde kurulu, ayrıca da gelmiş geçmiş bütün inançları kucaklayan yeni bir tarikat başlatmıştı. Amaç olarak Candomble'ye kıyasla daha gelişmiş, daha mütekamil esaslar ile ibadet etme ve uygulama ön görülüyordu. Tamtamlar yine çalıyordu, pozesyon yine mevcuttu, ancak örneğin "yüksek" Umbanda'da içki ve kanlı kurbanlar, inisiyasyonlarda kan banyoları ve saç/kıl tıraşları yoktu, daha "modern ve uygar" bir bakış açısı vardı. Loalar nispeten daha ulvi davranıyor, konuşma dilleri spiritüelist terminolojisine daha yatkın ve ağırlık şifa üzerinde yoğunlaşmıştı.

Umbanda'da iki önemli etken vardır, biri Kardekizm, biri de Bantu inançları. 1957 yılında, Paris'te "Ruhlar Kitabı" yayınlanıp oldukça geniş yankılar yaptığı zaman, Brezilyalılar onu hemen kaptılar. Hatta, bu kitap Brezilya'da daha da başarılı olmuştu ve halen en çok satan kitaplar arasındadır. Yazarı, Hippolyte Leon Denizard Ravai l, Alan Kardec takma adını kullanıyordu ve spiritüelizmin (ruhçuluk) kurucusu olarak görülmektedir. Brezilya'da başlattığı harekete verilen ad Kardekizm'dir. Medyum, Zelio de Moraes, bu yeni akıma ayak uydurarak Umbanda'ya Alan Kardec öğretilerine uyarlamıştı. Aslında, Kızılderili ruhsal rehberi oluşu bile spiritüelist çevrelerde çok yaygındır. Batı'da örneğin Silver Birch, White Eagle gibi ruhsal rehberlerden tebliğ (mesaj) alan medyumların sayısı oldukça kabarıktır ve Şamanizm'in spiritist benzeri uygulamalarına dayandığı söylenir.

Umbanda’yı etkileyen Bantu inançlarında ata ruhlar ağırlıklıdır. Dahomey ve Yoruba kökenli tarikatlarda ise doğa ruhları, daha ziyade zeki enerji türleri ve insan zincirinden olmayan varlıklar daha ağırlıklıdır. Bantu'da ölüp de öte aleme göç eden ruhlar, atalar, kabile reisleri daha fazla önem taşıyor. Dolayısıyla, Bantu inançları böyle irtibatlara ağırlık veren spiritist ve spiritüelistlere daha yatkındır.

Quimbanda ise, Bantu kökenli olup, eşularla (ifritlerle) yapılan kara büyü ağırlıklı bir tarikattır, faaliyetleri Brezilya kanunlarınca yasaklanmıştır.

Vudu’da Psişik Güçler

Diğer animist dinlerde olduğu gibi, Vudu’da büyünün önemli bir rolü vardır. İlkel toplumlarda, kabilenin şamanı veya büyücüsü kabile reisinden sonra en önemli kişidir ve aynı zamanda bir hekimdir, şifalı otlardan anlar ve çeşitli tedavi usulleri uygular. Bu tedavilerde Anton Mesmer’in uyguladığı mağnetik paslar, bio-enerji, hipnotik telkin ve plasebo etkisi de kullanılır.

Plasebo etkisi şekerden oluşmuş ve herhangi bir ilaç içermeyen plasebo haplarına dayanır. Günümüzdeki doktorlar merak (hipokondri) hastasına yakalanmış kişiye hapların tedavi edici özelliği olduğunu inandırtır. Kişi bu hapları kullanarak iyileştiğini inanır. Bazı istatistiklerde bu hapların tedavilerde neredeyse ilaçlar kadar etkili oldukları görülmüştür. Aynı şekilde, modern tıbbi bir tedavi yönteminde de, kanser hastalarına imgeleme yolu ile şifalı bir ışığın kanserleri yerlerine dağıldığı, hastalığı yenerek dağıttığı telkin edilir ve bunun klasik tedavileri desteklediği, hastanın iyileşmesini artırdığı söylenir.

Diğer ezoterik sistemlerde olduğu gibi, Vudu rahibi veya rahibenin doğa-üstü güçleri olduğu inanılır ve eskiden kabilede ve günümüzde Vudu merkezindeki saygınlığı tamamen buna dayanır. O halde, onun ya psikolojiyi çok iyi bilen, inandırıcı bir şarlatan olması, ya da bir şekilde parapsikologların PSI dedikleri güç ve sezgilere sahip olması gerekir. Bunun yansıra, öte dünya ve bu dünya arasında bir haberci olarak görülür. Kabilenin gelmiş geçmiş ata-ruhları da, doğa ruhlar da tarikatın diğer bireylerine mesajlarını onun aracılığı ile iletirler, tehlikeleri önceden bildirirler, beyenmedikeri davranışları düzeltilmelerini ikaz ederler.

Vudu rahibi veya rahibesinin, loalar üzerindeki kontrolünden dolayı ona loaların veya azizlerin babası veya annesi denilir. Kendisinin genelde loalar tarafından seçildiği, bazı durumlarda isteğine karşı zorla görevlendirildiği söylenir. Yeni dünyada bu mesleğe başlayan kişi, kendi imkanları ile bir merkez kurması gerekiyor. Merkez genelde derme çatma bir evdir, müritlerin dans edeceği, müzik çalacağı ve misafirlerin katılacağı geniş bir alan içermesi gerekiyor. Bunun ortasında poteau-mitan adında bir ana direk olmalıdır. Bu direk loaların inip çıktığı bir merdivendir ve bütün ayin ve dansların odak noktasıdır. Ayinler sırasında bu direğin etrafında genelde un ile veve’ler çizilir. Veveler loaları çağırmak için kullanılan karmaşık desen ve geometrik şekillerdir. Varlıkların amblemleri, dünya ve astral (öte) alemi arasındaki köprülerdir ve loaları çağırmaya yarar. Veve’leri sadece bir babaloa veya mamaloa çizip onları güçle şarj edebilir ve çizilir çizilmez varlık arasında irtibat kurulduğu, hatta bir şekilde varlıkların bu veve’lerin içinde bedenlendiği, kurban ve yiyeceklerle beslenerek güçlendiği inanılır. Modern Santero ve Santeralar veve’leri canlandıran bu loaları bazen gezegensel (astrolojik) güçler olarak kabul ederler.

Bir merkezi kurduktan sonra, babaloa veya mamaloa etrafında hunsi’ler (müritler) toplar ve onları inisiye eder. İnisiyason (kabul) törenleri oldukça uzun ve karmaşıktır. Birkaç dereceden oluşan bu törenlerin ilkinde bedenin bütün saç ve kılları kesilir veya sökülür, çeşitli ot ve maddelerden, hayvan kanından banyolar yapılır. Tam başın üstü ve kollar kesilir ve özel merhemler sürülür. Bundan sonra kişi 17 gün karanlık bir odaya konulur, orada hiç konuşmadan sırt üstü yatması gerekir. Bu dönem yine bir doğuştan önce kişinin ana rahimde kalışını simgeler. Törenler bundan sonra başlar ve kişinin bağlı olduğu loa “oturtulur”. Söz konusu bağlı olduğu loa bir şekilde belli olur. Hunsi’lere, müritlere loaların oğulları veya kızları denilir. Herkesin bir koruyucu meleği olduğu inanılır. Ancak, müritlerin daha yüksek mertebeden addedilen loaları olduğu kabul edilir. “Oturtma” ayininde loa ve kişi arasındaki bağ güçlendirilir. Artık, kişi loanun kişisel denetimi altına girer.

Bu arda unutmamak gerekir ki, Vudu'da büyüsel güç genelde loalardan geldiği farz edilir. Babaloalar, mamaloalar ve hunganlar loaların doğa-üstü güçlerini tezahür etmeleri bir aracıdır.

"...tek bildiğim şey, on yıldır Ghana'da bulunduğum sürece, garip ve ürkütücü bir gücün izah edilmez etkilerinin hem kurbanı, hem de izleyicisiydim. İnanmam için kendi göz ve kulaklarım şahit, kendi zekam dayanak ve yaşadığım her an için kendi yaralarım gösterge olmuştur. En ufak bir şüphem yok ki, Afrikalılar kendi esrarengiz yöntemleriyle en tuhaf güçlerden birini geliştirdiler-Juju denilen şeyi."

Jungle Magic, James H. Neal

VUDU VE KARA BÜYÜ

Kanlı ayinler, zombiler ve Vudu taşbebekleri

Vudu uygulamaları incelendiği zaman karşımıza geniş bir yelpaze seriliyor. En ilkel kaynaklarına indiğimizde, Afrika'nın çeşitli yerlerinde bazen gerçekten korkunç uygulamaların yer alığını görüyoruz. Vudu'da, Umbanda gibi her türlü kanlı kurbandan uzak duran tarikatlar olduğu gibi, horoz, tavuk, keçi ve domuz kurban eden, hatta, Ogun, Eşu ve bazı şer varlıklara köpek kurban eden tarikatlar da mevcuttur. Zaman zaman "iki ayaklı keçi" kurbanından da söz edilir. İki ayaklı keçi, insandır. İnsan kurbanlarının Vudu'nun karanlık geçmişinde yer yer uygulandığı gibi, günümüzde hiç uygulanmıyor demek acaba mümkün müdür? zira bunu kim bilebilir. Ancak, modern merkezlerde bunun sözü bile edilmez. Vuducular bu tür sorulardan hoşlanmazlar, bir cehalet örneğin dışında, inançlarına karşı bir hakaret olarak alırlar. Böyle uygulamaların kendi karanlık geçmişlerinde olduğunu bilirler, ancak örneğin Hıristiyanlığın geçmişinde yüz binlerce insan cadı veya büyücü diye diri diri yakılmadı mı?

Ayinlerde kurbanların kesilmesi, kanın kullanılması çok eski uygulamalara dayanır. Bunun ökült gerekçeleri şöyle olduğu söylenir: kan hayat enerjisini ve bedensiz varlıkların maddi ortamda tezahür edebilmeleri için gerekli ektoplazmayı sağlar. Bunun yanında, tütsü, mum, alkol ve yakılan diğer organik maddelerde de aynı şekilde ektoplazma yayıldığı söylenir. Ayrıca dans etmenin de, atmosfere bu tür psişik enerjileri boşalttığı inanılır. Özellikle Batı'da Wica kültü, dansı bu amaçla kullandıklarını açıkça söylerler. Bu açıdan eğer bu tezin arkasında bir gerçek yatıyorsa, denilebilir ki atmosfere muazzam bir enerji yayılıyor.

Metraux bu konuda Şöyle diyor: “‘Tanrılara adaklar ve kurbanlar güç verir’ ve kurbanlar ne denli fazla ve ihtişamlı olursa tanrılar o denli etkili olurlar.”

Bu varlıklara çeşitli adakların verilmesi yaygındır. Bunları bir nevi rüşvet olarak görmek mümküm, ancak bu onların doğal hakları olarak görülür. Loalar mallarına çok düşkündür, ve eğer ona verilmek üzere ayrılan bir adak veya kurban, Vuducunun cimriliği veya fikir değiştirmesi yüzünden verilmezse, o loadan şiddetli bir ceza verildiği inanılır. Brezilya kenarda köşede bazı yemek tabakları görmüştüm. Orişalara sunulan bu yemekleri köpeklerin dahi yemediği söylenir. Bırakılan içki şişelerden içmeye cesaret eden bir kimse üzerine orişaların laneti toplandığı ve muhtemel sonu feci bir ölüm olacağı inanılır. Metraux loaların ayrıca tefecilik bile yaptıkları ve borçlarının tahsilinde çok acıması olabileceklerini belirtir.

Metraux’ya göre: “‘Hizmetkarlar” iletişim kuracağı loa’ya önceden seveceği bir yemek sunmaması ender bir olaydır. Törensel yemekler geleneksel Haiti reçetelerine göre yapılır, ancak yemek türleri, hazırlama yöntemi ve sunuluş şekli ihmali tehlikeli olan katı kurallara uymalıdır. Yemek hususunda loaları memnun etmek zor bir iştir.”


Vudu taşbebekleri aslında daha önce belirttiğim gibi Vudu'nun dini yanı ile ilgisi yoktur ve sadece bir büyücülük örneğidir. Kaldı ki, öldürmeye veya fiziksel zarar vermeye yönelik bu sempatik büyü yöntemi Afrika'ya özgün değildir ve her yerde yaygındır, Batı'da cadıların bir zamanlar özellikle balmumundan imal edilmiş taşbebekler kullandıkları bilinir. Öldürülmek istenen kişiden bazı kişisel şeyler alınır, saç, kumaş vs. ve bir kukla yapılır. Böylece psişik bir bağ kurulur. 


Sonra iğne batırılır. Ancak, burada kişinin konsantrasyon ve imgeleme gücü çok önemlidir. Bu tür yöntemlerle insanlara zarar vermek mümkündür, ancak kişinin kendisine verdiği zarar daha da büyüktür. Özellikle, büyü geri teperse.

Daha önce placebo etkisinden söz etmiştik, Vuduist telkinle, manyetik paslar ve bio-enerji gibi ulvi etkilerle iyileştireceği gibi, şer ve sufli yöntemlerle insan ve hayvanlara zarar ve ölüm getirebileceği de inanılır.


Ancak, böyle yöntemlere başvurduğunda kara büyücü damgası vurulacağı kaçınılmazdır. Bir zamanlar Ghana hükümetinin Polis Başmüfettişi, James H. Neal “Jungle Magic” (“Orman Büyüsü”) kitabında bu tür kara büyü, ju-ju olayları ile sık sık karşılaştığını yazar. Bir kez de kendisi ju-ju’ya hedef olup ölüm döşeğine düşmüş, ancak bir Müslüman büyücüsünün müdahellesi ile kurtulmuş. İlk başta bu tür yöntemlere inanmayan Neal, hasta yatağında, hortum şeklinde bir varlığın boyun arkası ve güneş sinir-ağından (solar pleksüs) enerji emdiğini gördüğünde irkildi. 



Neal’e göre, bütün hedef kişiler kendisi gibi şanslı değil ve kendilerine juju (kara büyü) yapıldığını inanan kişiler dehşet içinde ümitsizliğe kapılırlar ve sonunda eriyip ölürler. Afrika'da yine dünyaya kıyasla bu tür olaylar daha enderdir. Orada Afrika dini Hıristiyanlık, spiritizma ve şamanizmden ulvi etkiler alarak arınmıştır. Ancak, Afrika'da da beyaz büyücüler mevcuttur.



Gerçek bir Makumbeiro veya Santeiro böyle yöntemlere hiç bir zaman başvurmaz, çünkü karşılığında çok ağır bir bedel ödeneceğini bilir. İnanca göre her ne denli kara büyücü bu bedeli işlem yaptıran müşteriye yansıtırsa veya yansıttığını sansa da, karma yasasından kaçış yoktur. Özellikle, hedef kişi etrafında bir koruma çemberi çevrilmişse, veya güçlü bir kişinin koruması altındaysa, ona yönlendirilen güç yansıma etkisi ile on misli güçle geldiği yere döner, kara büyücüyü yok eder.




Zombiler son derece şer bir kara büyü örneğidir. Bu yöntemin tamamı "Gökkuşağı ve Yılan" kitabı ve filminde belgelenmiştir. Burada bir kişi özel bir formül ile zehirlenir, zehirlenen kişi ölüm belirtilerinin hepsini gösterir, ancak ölmemiştir. Akrabaları onu gömdükten sonra onu zehirleyenler mezarından çıkarırlar. Beyni oksijen almadığı için zedelenmiştir. Artık uysal bir şekilde tarlada çalışacak yürüyen bir ölü, bir zombiye dönüşmüştür. Eğer pozitif bilim uğruna böyle şey olamaz, tıbben mümkün değil vs. demeye kalkışan olursa, geç kaldıklarını bildirmek zorundayım.


Artık, Time gibi birçok dergide zombiler konusunda daha da inanılmaz şeyler yazıldı ve onaylandı. Ayrıca, Haiti kanunlarında bu tür zehirlemelere karşı hükümler de mevcuttur. Ancak, oldukça ender rastlanan bir vakadır ve Haiti halkına mal etmek doğru olmaz.



Bunların haricinde kara büyü denildiğinde genelde zencilerin kara tende olmalarından dolayı bazen de haksız olarak bilinçaltı bir benzetme yapılır. Kara büyü uygulamaların çoğu Bantu tarikatların belirli kollarından kaynaklanır. Bunlar günümüzde Brezilya’da Quimbanda ve Santeria’da rahipleri palero veya mayombero olarark anılan Palo Monte veya Palo Mayomba tarikatında uygulanır. Haiti Vudusunda kara büyü Santeria ve Makumba’ya oranla daha yaygın olduğu bilinir. Hatta Gonzales-Wippler’e göre bir Santero tam anlamı ile bir Beyaz Majisyendir.


Petro tarikatı Haiti Vudusunun en karanlığıdır. Petro loaları da genelde şer varlıklardır. Bu sözcüğün Don Petro adında bir İspanyol asılı ve ölümünden sonra bir loaya dönüşen bir kişiden geldiği söyleniyor.


Santeria uzmanı Gonzales Wippler’e göre “Davullar, törensel kurbanlar, seks alemleri ve kara büyü halen Haiti Vudusu’nun önemli bir parçasıdır. Ancak, bütün kötü ününe rağmen Vudu hem bir maji sistemidir, hem de belli mevcut bütün kurumsallaşmış dinlerden daha eski sofistike bir dindir.



İnsan kurbanları halen Vudu’nun bir parçasıdır, ancak bu ritüel cinayetleri işleyen tarikatlar gizlidir ve polis tarafından sıkı bir şekilde takip edilmektedirler. Vudu inisiyeler tarafından Cabrit Thomazos”, “Kızıl tarikatlar” olarak tanınan bu tarikatlar genelde Vuducular için bir korku ve nefret kaynağıdır.



"Tapınakçılar (Templierler) Haitileri peşlerinde sürüklediler. Vuducuları inançlarının unsurları olarak Katolik mezhebinden çıkardıkları majikal uygulamalar için başlıca sorumlular arasında yer alırlar."

Voodoo and Magical Practices, Kerboull 



"... bizzat yaşadığım vakaları da ele aldığımda, bu Afrikalı juju adamlarının Batıda çok az bilinen konularda güçlü sırlara sahip olduğu ve bu büyü bilgisinin nesilden nesile aktarıldığı sonucuna vardım."

Jungle Magic, James H. Neal


MESAJ

(*_*)

BU SAYFAYI HERKESLE PAYLAS

Bookmark and Share
 


Eski Günler - Templates Novo Blogger 2008